28 Mayıs 2012 Pazartesi

h a f i f r o m a n


       Yıkılmışsın. Üzerine devrildiğin duvar meğer ne çok şeymiş çiçekler için. Bitkiler bitti. Su kurudu. Vazo kalmış bir tek odanın ortasında. Üzerine devrildiğin duvarda birkaç poster duruyor ilk gün ki gibi S.O.A.D, ilk gün ki gibi Metallica. Zaman geçti. Sevdiğin herkes, sen onları çok sevdikten sonra parayı icat etti. Serj'in, o annesinden ekmek isteyen bir Anadolu çocuğu gibi çıkan içli sesi eşliğinde dağıldı S.O.A.D. Metallica çok zengin oldu. Kalabalık kurudu. Bir tek sol anahtarı duruyor şimdi geçmişi gösteren ellerinde. Gece yarısı anarşist avına çıkan ülkelerin giriş kapısını açmaya yarayan.


          Yükseklerde ölmeyi hepimiz istiyoruz. Ama senin sırf bu yüzden gidip bir sarmaşıkta işe başlamanı benim gibi her piç anlamayabilir. Çünkü ben senin linç edilmiş hayalinim, mosmor bir incirin terasında. Çünkü ben senin her yerini öptüm. Her yerine bir işaret bıraktım bir sabah Afrika'da uyanırım korkusuyla. Yanımı boşver. Yanlarımı boşver. Nasıl olsa o böbreği bir gün alacaklar. Birkaç karton sigara ve sayısız prezervatif karşılığında. Buz dolu bir küvette uyanacağım bir sabah, daha önce hiçbir filmde bu sahneyi görmemiş gibi. Kameranın odak noktasına bakıp çok acı çekiyormuş gibi yapacağım dikişlerimi okşayarak. Sonrası şu; biraz daha yavaş seveceğim seni, biraz daha öksüreceğim biraz daha yorulacağım. Seni sevmekten yorulacağım hepsi bu.


        Yarın ne olacağını elbette hepimiz biliyoruz. Yine gazeteciler tutuklanacak. Öğrenciler coplanacak. Maaşlar değişmeyecek. Bizim asıl sorunumuz dünü unutmak. Dünü unutturup, her günü yeni bir günmüş gibi yaşatmaya çalışıyorlar bize. Yeni bir gün yeni şeyler için para harcamak anlamına geliyorsa eğer kapitalizmde, düşünmeliyiz. Arkana dön bak! Nasıl harcadık o kadar insanı. Nasıl ufalandı ardımızda bıraktığımız zaman. Halbuki ne güzel seviyordun beni, Ortadoğu'dan Washington'a kadar işerken ben. Halbuki ne güzeldi Tel Aviv'in en işlek caddesinde çırılçıplak uyanmak seninle bir sabah iki Filistinli gibi. Burada vereceğimiz tepki Woody Allen'a göre yetişkin olup olmadığımızı gösterecek bize. Bunları geçelim.. Bunları geçelim.. Gerçeğe gelelim: Seni böyle sevmek, gençlikle yaşlılık arasında sıkışmış, geçimini hayvanımla sağlayan bir köyse ve ben kesilmiş vajina ve meme uçlarıyla dolu bir küvette uyanıyorsam eğer bir sabah, bil ki kötüyüm bil ki çok çirkinim; bil ki çok ağlamışımdır insanlar mutlu olduğunda. Oysa ne güzel şeydi kucaklamak seni alkolün geniş kollarıyla. Uzanmak Güneydoğu'da panzerin üzerine boylu boyunca. Dudaklarım sökülüyor iskeletinden. Beni Mississipi'ye gönderiyorlar seni Nil'e. Balık tutacağız unutmak için. Birbirimizi unutmak için balık tutacağız.


           Sonuçta sen hiç bir zaman bir peri masalı yaşamadın. Mutsuzluğun ne olduğunu en iyi bilen kadın sensin belkide bu yüzden. Sinekten ya da uçan diğer böceklerden ne farkı vardı ki perilerin, bir bar çiçeğine konmamaları dışında? Mutsuzluğunu mutluca yaşıyorsun sen. Dünyanın en komik şeyi; karşında durup, CD çaların play tuşuna bıcağımla dokunarak çalan ilk Nick Cave parçası eşliğinde kendimi doğraya doğraya parçalara ayırmamdır senin için. Gidip bir ülkeye başbakan olsam günlerce ağlayacaksın belki de. Sen bir çiçeğe işlenmiş insan silüetisin bu yüzden. Kötüsün. Çirkinsin. Korkunç bir makyajsın yeryüzüne çizilmiş. Her gece bir şaraba üzüm doğrarken uçurumlarımdan aşağı itilmiş. Ne güzel öperdin beni, ben tirenlerin altında kalırken. Ne güzel okşardın zebraları, biz suyu korku ile geçerken.


           Çirkinim benim, şapşalım; bu yaranın altında gömü yok. Daha önce bir başka sevişme uğruna terk ettiğim kadınların kemikleri, saç telleri ve iç çamaşırları var. Bu da aklımın çeyizi olsun, sen onu mutsuzluğuna kaçırırken.


25 Mayıs 2012 Cuma

İnce a'dan Şapkasını İsteyen Kadın: Fragaria Vesca


En çok, bir denizin güvertesinde kırılırdı kalplerimiz Vesca
seni orada ne zaman öpsem,
mandalina kokardı şaraplar.
her kaçışında adımların uzaklaşan bir atın nal sesleri gibi kızgın
ve biraz daha paytak.
sedef sertliğinde geçen soğuğun, incitirdi.
incinirdi göğüm alabildiğine.
incinirdi ishak.

Gözlerini seviyorum, evet.
ama ben senin en çok cinayet mahalline vuruldum.
delilleri toplamak için eğilişine,
yerdeki ayrılık izini silerken çıkardığın gözyaşı sesine,
ben o tedirginliğe vuruldum.
üzerimi örtmeleri için bilerek unuttuğun isimsiz aşk mektupları
savrulurken çoktan uzaklaştığın sokaklarda
ben en çok, kalbimin yerini biliyor olmana vuruldum.


İnce a' dan şapkasını istemeye benzemiyor yağmurlar Vesca.
daha kıvrımında sabahlayacağın yumuşak g' ler var.
kan kokusu var daha balıkçı düğümü ellerimde.
ustanın çırağına söylemediği üç şey gibiydin;
öğrenilmemiş,
paylaşılmamış,
ikinci bir fikre yerleşmemiş.
gittin!

İsmini bilmediğim şehirlerden,
ellerime kadar uzuyor şimdi boynundaki floş.
mevsimler ormanda öpüşüyor.
hayâl;
biz de bir sokranın gölgesinde.
eyyyy gülabdan!
sen söyle;

"Neden her seferinde bu kadar çok özleniyor giden?"

Oysa kimse kimsenin bir şeyi değil
herkes hâlâ görünürde münzevi.
saçların hep dağınık kalacak o şehirlerde Vesca.
bir cesedin etine saplanmış halde gömüldü
o çok sevdiğin firketen.

İnan artık hiç sabah olmayacak
takunya sesleriyle uyanacak mezarlarından ölüler.
bir flânel üzerinde devlet tarafından isimsiz bir matbaada basılacak
açık bırakılmış bir ev telefonu gibi hayata hep meşgul
hayatı hep meşgul yaşayan gençliğimiz.

Ellerini seviyorum Vesca,
ama ben senin en çok yüreğimi söke söke gidişine vuruldum.
bir hedef tahtası oldum,
örümceklerin büyüyüp kader olduğu masallarda.
her masalda bir sindirella var sandım çocuk gibi
geri aldım şehirdeki tüm saatleri, tüm masalları.
bir çift kunduraya vuruldum.
seni benden başka bulabilecek bir prens yokken
arabanı çeken atların ayağı kırıldı o gece.
benim de kalbim.
onlarla birlikte kör bir köşede vuruldum.



Delikdeşik göğüm,
sular yükseldi.
boyum Vesca , adının son harfi kadar.
yani bize kalan, bozbulanık bir ölüm.
biraz terk edilmişlik meselesi.


Tek farkımız,
sen mezar taşımda "sebeptir" diye adını görünce,
mezarlığın orta yerinde mutluluktan havaya uçan bir cephanelik / sağ.
bense, firketeni kullanarak gizliden cennetin kapısını açmış
başında sarı halkası, elinde liriyle kalpsiz bir adam / ölü. 

Karanfilin Olmayışı


büyük avlularda,
güzle gelen sesler olurdu bir zaman.
orada yola düşmüş sahipsiz bir surat gibi sefil,
içli şarkılar gibi içlidir, yaşamak
inceden inceye karanfil.


o kadarız ki yani biz şimdi seninle,
şimdi o kadarız ki
bir yaprağın sırtına uzanmış göğü seyrediyoruz.
başakların uykusunu bölüyorsa eğer
sapsarı bir traktörün tekeri,
teknolojiye yeniliyoruz.
artık her çocuk
tebeşir tozunun öldürmediğini bilecek kadar cin.
ve erimeye başlıyor nenemin elinde
avuntuya benzeyen akide şekeri.


hem büyük avlularda
fakirin yüzü soğuk oluyor lale.
var git, üşürsün.
açma bu yerde.
bir zaman sonra çünkü
-elin başı kaşımaya doğru kat ettiği mesafe olup-
inciniyor insan.
istese de, istemese de.

var git!
yabancı bir toprağa sığın.
kendi yüreğinden uzak esen bir rüzgar gibi
naif ve ağlamaklı.
tamam;
insan gündüz her şeye alışıyor da,
peki neden geceler bu kadar farklı?


dersin.
gök gürlüyor avucumda.
çukur,
suyu görünce göl
suya doyunca deniz oluyor ancak.
ama hiç durmuyor aklımda,
karanfilin olmayışı.
bir güle yaslanmadan ölmek.
lale,
vesaire yokluk...

büyük avlularda kimse seslensem,
ardı boşluk. 

R a k ı n ı n M a n i f e s t o s u


I


Hadi söyle.
Onlar biz değildik biliyorsun.
Onların üniformaları, apoletleri vardı.
Üç kişiydiler.
Üç şeydiler:
Uluorta vuruyorlardı makam-ı buseyi.

Söyle kimdi onlar.
Bir tek sen gördün,
bir tek sen biliyorsun çocukluğumdan yadigar bu iltihaplı trajediyi.


II

Gittiğimiz bu yol felç gibi müstakil, bir acıya iniyor.
Az önce eski bir hayattan geçtik,
daha doğmamış çocukların bile dahil edildiği bir oyundan...
Kaderin cilvesinden aşağı inerken sadece,
eski bir aşkın kapanış bilançosu ve biraz şarap vardı yanımda.
Sen biraz prezervatif al, biraz rüzgar.
Sonra beni iyi izle.
Sonra gökyüzünü iyi izle.
Bak nasılda ayrılık çığlıkları atıyor altımda!



III

İsterim ki sesime değsin isteğin hissi.
Aman gülmeyesin bana küçük burjuvam.
Bir mırıltı ki o kulaktan sekip kalp zarını deler:

Kalk gidelim dağlara
Tütün kokan ovalara...

...
Oy Adıyaman, Oy yolu yaman.

- Şimdi öpebilir miyim seni?

Evet.
Gittiler.



IV

Umut dediğin nedir ki Mısto?
Eli mahkum affeder!



V

Evcilleştirilemiyormuş hiçbir acı öğrendim.
Her şey öyle hızlı değişiyor ki bu filmde
Örneğin kendini ağırdan satıyor diye
herkes köylü kızına vurgun.
Ama şoför her gece büyük hanımla yatıyor.
Sonra aşçı...
Ne gelin görünüyor ufukta ne de kelin,
ar damarı çatlak bir bacak arasına düşünce fesin.
Şimdi bir günah gibi peşindeysem eğer,
kitabıma söv!
Peygamberime kız!
Benim dinimde kıblem senin sesin...



VI

Toplu taşımadayız beyler
Toplu bir katliamda.
Önümüz bayram, önümüz kurban.
Bacak aralarından çıkarıp başınızı
kesin şu bananeciliği
şu insanlığı sağır eden sesi!

Görmüyor musunuz; hiç durmadan yeni bir onur eziyoruz trafikte.
Ve küçük burjuvam korkma,
puşt gibi döker kendini şimdi insanlığın fikrine dipçiğin derisi...



VII

Ah ne bitmez uzatmalarmış bunlar.
Son dakikalara bir aşkı sığdırabilecek kadar diriyiz hâlâ.
Bit dersen bitebilirim:
Eski bir hakem düdüğünün sesi var sanki sözünde.
Bacak arandaki bu çayırda kuşlar yok artık güzelim.
Kargalarla beraber onları da kovaladılar.
Orada kasti tekmeler var,
kırmızı bültenler...
Renk renk kartlar uçuşuyor gökyüzünde!



VIII

Sosyalizme bir sır:
Aslında biz hep kaybetmiş sayılacağız,
ibne hakemin o taraflı zihninde!



IX

Geçtiğim her sokağın başında bir kadın.
Acıdan yapma bir kadın...
Ah Ameli derdim senle değil, inan,
acıtan yine kadın!



X

Çocuklar ölü.
Vatan selamet.

Havada egzama
Havada kıyamet!



XI


Amannnn yağlı ayrılık...
Değmesin.
Dikkat!



XII

Hiç durmadan bir kalp dolusu umutsuzluk boca ediyorum üzerine.
Sayısız tırtıl kanatlarına kavuşuyor diyorsun ne güzel.
Aç kalmış çocukların feryadını pudrayla kapatmayı bırak artık Ameli
Sen beni dinle;
çok para veriyorlar diyorum mutluluğun kellesine..
Hrant sırtındaki kurşunlara alıştı.
Musa Anter'de öyle.
Hala ekmek hasreti gibi duruyor Türkiye Ahmet'in gövdesinde.


Ah Ameli, küçük burjuvam...
Gözyaşların o kadar boşa ki
Çünkü öldürmeden siyaset yapılmıyor güzel ülkemin o güzel sesinde.




XIII

Öldürmek istiyorsan beni aç bırak.
Şımartma silahı.
Zahmet verme tetiğe.
O zaman nefesim bir memur gibi kokuyor.

Ah tüm sapkınlıklarıma sebep Ameli;
ülkemde bazı aşklar faşist oluyor.



XIV

Çocuk diyor ki;
Benden ne istersiniz. Ben zaten bir deri bir kemik.

Annem ekmek diyerek öldü.

Sen biliyorsun:
Açlık sınırındaki mayınlara kaç şehit verdik Ameli?
Dünyadaki tüm kara mayınları toplanmaya devam ederken
onlar neden oradaydı?
Sen biliyorsun hepsini Ameli...
Dünyaya küfür
sana dipdiri bir aşk bıraktığımı söyleyeceğim son nefesimde.
Konuş Ameli...


Annem ekmek diyerek öldü.


Aç bir çocuk diyor ki;

Eyy güzel tanrım, cennet şimdi annemin neresinde!



XV

Ah Ameli...
Ben babama kızıp geceye yandım.
Sen sevdalı külüme yetiştin.



XVI


Görüyorsun değil mi sevgili okuyucu;

21. Yüzyılın rakı masasında ne devlet kurtarılabiliyor ne de bir aşk! 

m ü z d e l i f e





kimse bir şehirde sokak lambaları kadar yalnız değildir.
hele bir de ışıkları yanmıyorsa.



kalbinin rakımı düşük yamaçlarından bir aşk tırmandı
yüreğimin engin doruklarına doğru.
elimde bir tabak özlemek,
kalbine yatılı misafir geldim.
kırmızı bir kar düştü dudaklarıma göğün yırtık cebinden.
uyuyordun.
köprü ve viyadüklerden önce titredim.


bitmeyen bir heyecan azad etti doğaya
rengini karanfilden alan güç.
Çilek bahçelerinden geçtim, sersefil.
bir görmek vardı,
yanık telleriyle koca bir yalnızlığı aydınlatan kemanı.
bir duymaktan da ürkünç.

gözlerin için yaşamış bir hayat bırakıyorum eşiğine her sabah.
gözlerin için yazılmış birkaç balad bırakıyorum eşiğine
sarhoş bir yıldıza tutunup, onun aydınlığında.
kulağına tırmanıyor etimden kopmuş son gök cismi.
yüreğe aşk diyor.
yüreği aç.
aşk, paspasın altında.

karın üzerine uzanmış fırtına hoplatıyor içimdeki cereyanı /
aşk-ı refleks!
çoğu kez dalganın karaya vurduğu gece gibi yaralı
sular çekildikten sonra daha bir Sevdalı.
kalabalık bir konçertodan aşağı bırakıyor kendini heves.


doktorun kapatmaya çalıştığı bir ameliyat söküğüne karşı duyduğu platonik endişenin
içini kemiren bir ur gibi yayılıyorum şimdi tabiatın bedenine.
ansızın, dupduru bir şafağın varlığından söz açıyor ayna.
gör işte!
hastayım sana!
ve artık bir ada boyu uzağız suyun bize küs ağırlığına.
bir daha hatırlanmayacak olmanın endişesiyle,
şarjörüne doldurduğu mutlu bir masal sıkıyor kalbine,
cepheden kurtulan o son hatıra.
bizimle birlikte dönüyor cennetin o ılık ellerine,
tasavvuf yorgunu, yemyeşil bir mevlana.


Sevda,
kimse bu şehirde bir peygamber kadar yalnız değildir
kendisine inen kitap, aşk kokuyorsa.
 

" Serbest Vezin Sembolik Şizofreni "


Hâlâ anlayamıyorum; üzerime boşalttığın şarjörden ağzı kulaklarında çıkan tavşanların 
beni teğet geçip, dikkate almamasını.
Öyle güzel hazırlamıştım ki kendimi oysa,
öyle güzel ölecektim ki;
sırf ıska geçme diye bu ömrü, 
elleri kınalı bir geçmiş sürdüm boynuma!




Susuz bir ırkın hücre çeperini yırtıp da geldim,
içinde bol sulandırılmış rakı ağaçlarını saklayan bahçeye.
Beni gözünde yaş,
yüzünde anlayışla karşıla.
Beni bağışla!
Beni bağışla çünkü çok sek içtik,
yüksek viteslerimizle ilerlerken yatakta;
bir önceki arabadan aldığı rüşveti daha cebine atmamış,
görev başında bir polis memuru ezdik!
otoban çizgileriyle beraber
bir genç kızın seksek çizgilerini ezdik!


Bir gün Fizik hocamı hatırlamak isteyip
kendimi negatif elektrikle çarpmaya kalkarsam
ve eğer toplamlarımdan geriye bir şey kalırsa
toplardamarlarımda hâlâ can varsa
ve hâlâ yakışıklıysam, kalanımı;
erkeksizlikten kudurmuş kadınların meme uçlarına yerleşip dernek kuran
ve tanrıların sivri olması gerektiğine inanan kabilelere bağışla.


Ama beni bağışla!
En azından arka camımda yazan yazı için;
"dikkat arabada çocuklar var!"
Bağışla!
Bu gece çok içtik!


Midem dedin.
Ben kanlı bir imparatorluğu kusup ayaklarına serdim.
Sadrazamlar gördün
Antlaşma, barut kokusu ve cepheler..
Gavur icadı diye linç edilmiş bir fikir gördün.
Ve özgürlüğe tutkun orospu cariyeler;
onlar vermeye hevesli hallerini
bacak aralarına alıp yollara döküldü.
Yollara biraz et
Yollara biraz kudret.
Yollara bol sulu biralar döküldü!

Ben bir mendil gibi oturup teri bekledim
sırtımı geceye dönüp deli gibi sustum.
Çünkü o otostopçu kadın, kendini astığı ağaçla beraber öldü!
ve O'nu geride bırakmış olmanın utancıyla
sana en gezgin yanımı kustum: Affet!


Bu gece çok içtik;
dört çeker yanımızla, şoför mahallinde bir tanrının oturduğu
mor bir Mercedes geçtik.
Mor perdeli yanan boş bir ev geçtik
bir gençlikten geçtik ışık hızıyla,
kendimizden geçtik!


Ben senin hayallerinden yeryüzüne açılan lisan-ı bozuk bir kapıydım.
Açıldım hâl bilmez, dümeni üflemeli uzaya doğru.

- Dıkşın!
- Dıkşın!

Ah olmadı, buda ıska.



Beni bağışla!
Bu gece çok öldük,
bari çocuklar kurtulsa. 

Düş İşleri Bakanı


Meleğin cennet manzaralı balkonundan düştü yüzüm
önünde buğusuyla mutlu aynaya.
Havaya.
Allah'a en yakın yere yuva taşıyan karıncanın kıskaçlarında soyunan mazbut orospu;
gözlerin, yırtılan kefene dikilmiş son şehir gibi kan sızdırıyor halâ.
Gözeneklerine doluyor intikam arzusu
ki, onlar birer muazzam kan çanağı!
Ve ben hâlâ terk edilmiş göllerde trajedi ile beslenen seyyah bir kamışım.
Şu yemek masasında Afrika'yı unutacak kadar tokuz.
tabağında bir parça ben kalmışım; komplo teori manyağı!
Güzel bacaklı garsona güzel günlerimi veriyorum bahşiş niyetine.
Elinde siyah duvaklı baladı.
Ne dersin, kalmış mıdır hâlâ hayatın benden alacağı?


Hoşça kal bebeğim.
Geçmişimi terk ediyorum.
Varoş bir mahallenin kepekli saç diplerine sinmiş sosyalist öğrenci evlerinde öğrendiklerimi
doktor kontrolünde unutmaya gidiyorum.

Kırmızı türbanlı kızın dışarıda kalan bir iki aç saç teline sıkı sıkıya teneffüs edip
iniyor fikre ruh.
Molotof kokteyli mi içmiştik, acımı sürmüştük diline.
Neydi o öyle:
Ne kadar illegal bağlantım varsa ucundan bir Pisagor çıkıyordu.
Hadi tükür üzerime.
Hadi tükür yeryüzüme.
Durma!
Durma bir dilek çaputu daha bağla mevsimsizliğime.


Hoşça kal bebeğim.
Ben geri dönüyorum ceninime.
Artık hiç bir çocuk altına evcilik kaçırmayacak.
Yazıldığı gibi oku alnımı
Yaşadığımız gibi sev hatıralarımı:
Bu nikah asasından kalkıp gidiyorum.
Vasiyet diye bir tek seni bırakıyorum gerimde.
Evet.
Evet seninle iki sersem başı bir yastığa kuyulayabilirdim
bu ruh "sağır ve dilsizdir" pankartı açılmasaydı eğer bir sevda mitinginde!

- acımıza çikolata çalan cadıya minnettarım
ama en çok Hansel'e
ev diye, kimsenin bilmediği uçurumlara ekmek ufalayan Hansl'e.-


Hoşça kal güzelim.
Hayat beni geçmiş, onu bulmaya gidiyorum.
Ben bu programın son reklamıydın reyting ateşi yüksek.
Yükselerek, yüksek ateşler içinde terleyerek uyumadan önce
acıma şu makinelere bağlı hayatıma! Lütfen çek fişi!
Şu içinde bulunduğumuz, belki bu sefer erkek olur umuduyla doğumuna izin verilen evren bil ki artık hadım edilmiş.
Üzerinden korkunç entrikalar geçmiş: Dişi!
Bil ki: Artık her acım yirmi küsur yaşında, unutulmaya hüküm giymiş bir kişi!


Ben ayrılırken yüzüme bak, yüzümde belir intihar ol.
Dalıp dalıp çıkamadığım gözyaşı dalgalarının üzerine borcu yoktur çizgisi çeker gibi,
çek kalın puntolu çizgileri aklıma.
Mutluluğu okumaya çalışmak ne gaflet Paryoşa
eğer yazılmamışsa alnına!


Ah güzelim
Ah en büyük derdim.
Seni göz göre göre
seni kalp bile bile terk ediyorum.
De ki: Bu adam ben hiç sevmemiş!


Ben senin ceset kokan ülkende
kalbini elçilik sanıp sığınan bir düş işleri bakanıydım.
Her intihar sonrasında
başına çuval geçirilmiş! 

Kalbimi Geri Verin


sıcak su taşıyan nehirler,
boynuna dolanırdı üşüyen kadınların.
zaten kadınların boynu,
kutupta bir buz kütlesi gibi.

gecenin balkonundan,
ağaçların intiharını izlerdik.
el ele uçuşan iki şizofren kelebek gibi.

sonra bir gün biri,
kalbimin kapısını şiddetle açıp,
dilinin altında gizlediği jiletle;
'bir arkadaşa bakıp, çıkacağım.' dedi. 

Eşiği Gül


bir ev istiyorum.
gül koysunlar eşiğine.
koşsun çocuklarımız cayır cayır, durmadan
bir yürekten,
bir başka yüreğe.

bir ev istiyorum
içinde korkunç kahkahalar atabileceğim
olsun bana eş.
içinde her şeyle
ama her şeyle,
örneğin maviyle,
örneğin yeşille doyunca hiç bıkmadan alay edebileceğim..
bir ev istiyorum;
deniz'e sıfır
orman'a sıfır
neco'ya beş. 

Çile'k


Adın, dedim. Çok karanlık bir oda. Çilek kokuyor. "Birşey olmaz" dedin. "Daha kış." Gözlerin dedim. "Uçurum onlar." dedin. Peki ya burnun niye böyle dedim. "Kokun" dedin. Ya kulakların? "Aşkın sağır etti beni" dedin. Kar yağıyordu. "Madem öyle, senin kalbin neden bu kadar büyük" dedin. Kar hiç durmuyordu...

"Ancak sığıyorsun" dedim. 

Sivas İsi


sevgili...


sevgili...


biz ki,
o gün söndüremedik ya,
yanan yüreklerimizi.
gayrı suyu bile çekmez oldu canımız,
bu utanç kuyusundan!

eğme başını!
kırma boynunu saza, söze.
dağlara doğru...
bir anka kuşu durur,
orada.
ateşin hemen yanında.

sevgili...


sevgili...


sivas, yanarak batan bir gemidir,
güzelim türkiye okyanusunda!

Erotikal Bitki Örtüsü ve Geceler


1. gece / zincir 


adın.

geçiyorum cevabın aklından
çok şık giyinimli bir soru gibi.
cinayet farzsa eğer bir katilin hayatında
ve mutluluk günahsa,
esamesi okunmaz bazı aşkların.




2. gece / guguk kuşu


bir tül giyinip usulca dokunuyor seni kuşlar.
kuşlara çok dokunuyor gözlerin.
ben hep yarı aç kalktım
yeni bir şehir gibi adına kurulan sofralardan.
bilmiyorsun, söz konusu öpüşünse eğer
afrika dan bile az doydum.
çocukken gözlerimi kuş sanardım aslında ben.
istediklerinde kaçabildikleri için.
sen gittin sonra.
nefret ettik ailece kuşlardan.
en az iki tanesi ölsün diye gözlerimi oydum.


3. gece / telaffuz

bir madistro ile rakı tokuşturdum
üst dudağına bir gül dikmesi karşılığında.

yoktu param.
umudum yoktu.

o gün bu gündür,
küs geziyor hâlâ dudaklarım suratımda.


4. gece / F emale 1 

ve bir ihanetin buluğ çağından geçtik çift sıra halinde.
el ele tutuştuk çiçeklerle.
renklerle birdir bir oynadık. hapşırdık.
seni çok özledik hep birlikte.

bu bir yarışsa eğer dedik.
biz hiç durmadan koşarız abi.
koştuk... koştuk...
ilk kadınların kalçaları buluştu
boktan heriflerin tuttuğu damalı bayraklarla. yuppi!
irili ufaklı göğüsleri sonra..

kadınların en çok gözlerini dövdüler be abi,
onlar yarışa erken veda etti.


5. gece / merhaba ben zanlın 

plak çizik.
bitki örtüsünün boyu yetmiyor
uzamış tırnaklarını kapatmaya zamanın.

nankör Edi,
bir iki erotik laf atıyor geçerken susam sokağımdan ellerin.
biz bağırdıkça şekilleniyor ibadetin yeryüzü.
yalan, birdenbire giriyor gerçeğin içine.
bozuluyor blue bekareti kalbin.


6. gece / one more cup of coffee 

bu filikada ne işimiz var?
damlarken hâlâ yaralarımızdan sancakları likralı gemiler.
gemi ki, annesi gökyüzü bembeyaz bir at
gemi, dudakları suratına bol gelen ıpıslak bir avrat.

plak çizik.
yeni bir tanrı emiyorum göğüslerinden.
dudaklarımla kurutuyorum göğsünü eriten kanseri.
ağırlaştıkça ölü şarkılar atıyorum denize.
katilinden balıklara sudan sebeple bir bob dylan konseri.

ama bizim bu filikada ne işimiz var?
ve neden bazı hırsızlar kalp diye girdikleri evlerde mandolin çalar.


7. gece / emir ipi 

tutkunun cenini,
gözlerinden dünyaya bakıyor.
oysa bir gül doğuracaktın sen.
öyle demişti kapısında bekleyen ağaca doktor.

ağaç kırgın.
doktorun gövdesine küfürle kazıyor sinirin anlamını.
sinir, sivriliğidir öfkenin.
hayata aykırılıktır.



ve bazı kadın isimleri,
bir tek ölü ağaçların gövdesine kazınmalıdır. 

Elinde Bir Manolya Var Gibi


elinde bir manolya var gibi
misafirini beklerken çatlayan dudakların.
müsaadenle unutuyorum şimdi bunları
ya da her şeyi.
adımlarımı hızlandırsam diyorum

- zamansız olur.

meteoroloji yarın yağmur var dedi, koşarak geldim desem

- amansız olur.

ama tuhaf bir peri kokuyorsun.
ipe çamaşır dizen teyzelerin
o iplerle kendilerini asmalarına benziyorsun öğlen vakitleri.
yani ölüm gibisin.
belki de birkaç antidepresan hapı.


ben hep şüpheli bir paket gibi bırakıldım kapına ah.
sen beni hiç görmedin.
başımda hep bir imha ekibi.
tek şahidim, cebimde
sana hediye etmek istediğim çok eski bir Pulp Fiction bileti.
bana kalırsa küçük bir çocuk uyumuş omuzlarında yıllar önce.
büyümüş.
günah olmuş.
bir kelebeğin serin havaları gördükten sonra,
kozasına çok fena yamuk yapması gibi.

şimdi sana doğru gerilirken zaman.
yol üzerinde öldürdüğü kadınların kalbini oyan bir caniye benziyorum ben de.
"yalnız olay mahallinde ikinci bir kalp bulundu" diyor telsizdeki tuhaf ses.
belki de zaman.
bu da benim işaretim olsun diyorum sana gitgide yaklaşırken.
yani kalbini olay yerinde bırakmak.
çünkü istese de, istemese de birkaç kere ölebiliyor insan.


rüya gibisin daha çok.
bir keresinde;

ellerimizi havaya kaldırmışız.
ve istedikleri gibi hiç kımıldamıyoruz.
gözlerin zaten mail. bana yeter.
gözlerin su katılmamış mektup.
peki bu kapalı kalp ameliyatlarındaki yağmur ne diyorum?
neden ıslanıyoruz?
ve neden aramızdaki iki adımlık mesafe bu kadar kuru?
hem bizim ölülerimizden başka neyimiz var?

istedikleri gibi, hiç kımıldamıyoruz.
sonra ne oluyorsa sen bana azıcık gülüyorsun.
bileğime sekiyor neşter.
beni vuruyorlar.

gerisini ölüydüm hatırlamıyorum.
gerisini çok aşıktım hatırlamıyorum.


ah ki ah..
ah şimdi kapındayım.
dudaklarım suratımda bir çöl gibi duruyor.
sana yakışmayan tüm cümleler dilimden uzak,
hepsinin sürati beş karış.
kapıyı açıyorsun.
ve artık senin dışında hiç kimse saçını çiçeklerle örmüyor. 

Renkler ki Pembeyaz


istanbul’u tak yakana,
ben seni tanırım.
inan,
kimse yüz çevirip bakmıyor bile,
çılgın kalabalıklar arasında eli usulca yüreğime değen
suratı öptükçe pembe,
boynu sevildikçe çınar kadına.

gel, tanı beni.
yüzüm sana aydınlık.
sonradan düşme üzerime gece.
otur aklıma.
kaşlarımın arasından sev beni
sonrada oradan vur bir gelincikle.
toprağın yanağına bir yaş gibi,
sertçe düşsün sırtımdaki cesetler,
eriyen kar gibi tabelasız hayatlarda şimdi ölüm
mazbut, sessiz bir o kadar gizlice.

ben ki, her seferinde hangi yumurtadan çıktığını şaşıran sürpriz.
bazen yan etkisi meçhul bir hap.
öylece yuttun beni.

al şimdi!!!
kanlı bir eylül sofrası oldu
midene lök diye oturan bu doğmamış çocuk.
patikler ör deliliğe
düdükler al,
tulumlar diktir pazarları ölü gibi kokan eminönü’ ye.
kız olursa adı Nar
erkek olursa adı Ar*
onun göbek bağına kanla kurulmuş teleferiğinde
cehennemi arzulayan bir adam
cenneti arzulayan bir kadın
henüz söylemediğim delikanlı sözler de var;

göz gibi
-ler gibi
-in gibi…

gözlerinden korkarım
gözlerinden çok korkarım bir gün herkes oradan düşüp ölecek diye.
istanbul’u giy aklına
ben seni tanırım.
bir hastalık gibi yayılırım yemyeşil kahırlarda
unutarak her şeyi.

uzun yağmurlar ıslandık.
çok uzun sevişmelerden arta kaldık.
redif;
adına mil çekilmiş yaralı bir askerim artık kollarında
kan damlıyor üniformamın söküklerinden
sarhoş, bir aşkın durmadan yenmiş tırnaklarına.
“gidin, burada bırakın beni”

batan sandalı su üzerinde biraz daha tutabilmek için
denize atılması gereken ilk ağırlığım, kafiye;
“atın, burada terk edin beni.”





Ar: Ateş

Beden Dili ve 3. Sınıf Edebiyatı


Bu hayat Sevda Film Stüdyolarında renklendirilmiştir.



"buz dağında eşkiyacılık oynayacak kadar ahmaksın sen.
Titanic'den hiç haraç kesilir mi oğlum."

deyip, gittin.
kar yağıyordu.
kar kendi göğüne geri düştü sonra.
melekler, buz dağında çiçek toplamaya giden çocukların
bazen renkli
bazen renksiz gözlerinde biriktirdi gidişini.
karnımı doyurdum gidişinle.
ne zaman boğazımda bir sevda kalsa,
yemin ederim bir tek ant içtim üzerine;
seni özlerken açlıkla terbiye ettiğim yanlarım,
sana aç yanlarım.
bunları yiyerek büyüyüp serpilecekti
sonraları kısmetlerine hayır diyecek o yıkım.


"ben kardan kadınla sevişmiyordum.
sadece ruj sürüyordum ona."

dedim.
dinlemedin.
kar yağıyordu.
kar bir volkanın ağzına düştü sonra.
anlamıyorsun;
serin bir cehennem vaadetmedim
ya da cennetin tapusunu sana.
ellerimi tuttuğunda,
yanık yürek kokusu altında bir sobaya sarılıyordum sanki.
oysa sen kestane kokusunu seviyordun.
bir kestane kabuğunu,
bir yaranın kabuğunu çatlatacak kadar yanmamış mıydım yoksa sana?


adın bir cenaze marşı gibi düşüyordu ağzımdan kulaklara.
adın, evden kaçmış bir kız çocuğu gibi düşüyordu ağzımdan kötü yollara.
uçurumlarına adını bağırıyor hala yamaçlarıma gömdüğün erkek cesetleri;
"lan kahpe!" 
küfrünü sığdıramıyor ölüler sağlar kadar 23lük şişelere.
ama nafile,
bir seri katilin gözlerinde tanımamış mıydım sanki ben seni?

- eğer, meleklerin tek intihar yerinin dudaklarım olduğunu düşünüyorsan hala
kalbim kırıldığında, kalbim çok çok kırıldığında
infaz edilmiş bir atın ismiyle çağır beni. -

Hatırla.
"kaç dağ istiyorsun kızımın peşini bırakmak için" demişti.
Şirin'in babası Ferhat'a.
"kazması elinden ameliyatla alınmış Ferhat'sın sen.
hiç kazma vurulur mu lan buz dağına?"

dedin.
kar yağıyordu.
kar Şirin'in bağrına düştü sonra.
yazık, hiçbir zaman öğrenemeyeceksin.
aramızdaki buz dağını parçaladı diye teşekküre gittiğimi ona.

teşekkür ederim Titanic, mutluluğum uğruna yolcularına kıydığın için.
teşekkür ederim sevgilim, beni sersefil terk ettiğin için. 

Nar İçi


şiir öyle yokuş,
öyle uçurum ki sevgili...
siyahi.
simsiyah bir gecenin aklından
kırmızıya,
kapkara düşüyordum...

tıp!


seni özlemeye tutundum. 

Vera


Senin çekirdeğin gecede kalmış Vera. Kabukların, terk edilmiş kasabaların ortasında rüzgarın taşak geçip bir o yan bir bu yana savurduğu kâkülü düşük çalılıkları andıran mermer döşemeli fosfor ellerimde. Son birkaç gecedir hangi lambayı koynuma almaya kalksam yeni bir savaş nakil edilmiş oluyor müfredata. Savaş suçlusu hiçbir tanrı keman çalmasını beceremeyebilir, buna kızmamalısın: İçimde pusmuş hayallerim canlı bomba olmakla tehdit ediyorlar beni: Tik tak Vera.

Lambalar... Belki ağzı tanrıya dönük lambaları isteyerek okşamadığım için, mutsuz sonla bitiyor tüm bu filmler. Esas kızı en çok figüranlar seviyor Vera. Ben de en çok sokak lambalarını seviyorum. Onlar Allah'a daha yakın diye mi böyle Vera?


Ben seni öperken intihar düşünme. Hayal kırıklıklarıyla karnını doyurmanı da istemiyorum senden. Bu artık bir sır değil: Tanrı katından atladığında kimse ölmüyor artık Vera. Çok içtiğinde... Çok, çok sen olduğunda cin çağırma seanslarına önden bir bilet al kendine Vera. Beni çağır. Beni, bir cinin büyük kahverengi gözlerinde unutulmasını istemediğin bir trajedi olarak gör ve hatırla. Beni bu sebepten çağır.

Bugün hâlâ hayattaysan ve hâlâ tırnaklarına oje diye İstanbul'u sürüyorsan, bu melek yağmuru dinmeyecek demektir Vera. Şehrin acıya çıkan kanallarından kurtulanlar, şişmiş güzel cesetlerini denize bağışlayacak. Ben onların atardamarlarında -kabin olsun olmasın- en ahmak tavrımı giyinip can arayacağım. Ölümün korkutucu çekiciliği karşısında soyunup, cevapsız dualara küfretmek ayıp şey değil Vera.

Nefesin çıkmaz sokaklarında çıkar hesaplarına kurban etmedik kendimizi bu bayram. Eğer bunu yaparsak üzerimizdeki çıplaklığımız kadar yakışmayacak bize Vera. Merak etme aramızdaki mesafenin kırgınlığını, kızgınlığını sahiplenir onları da nüfusuma geçiririm. Mutlu ol Vera!

Gökyüzünün koyu rengini gece sanıp, o yöne doğru yorganlarını üzerimden çeken tüm melekler gibi sen de suçsuzsun. Yıldırımların gücübir tek kanadına yetebilirdi; öyle oldu. Tebessümünü kurtardık: Bir tek bana gül şimdi Vera!

Tanrı katından atlayıp, ayaklarının altına serdiğim aklıma düşen, incinmiş haliyle de hala özlenmesi sevap bir melektin. İntiharın oldum. Çıkma oradan Vera... 

Sessiz Koza Akşamları


"taş kalpli"

"taş kalpli”

diye bağırdı su toprağa.

önünde yakışıklı uçurumlar.
bilek yeşilde bir tonun
elini tuttu kadın,
usulcana.
sarıldı.
sarıldı renkler bir nehrin kırık kollarına;
sessiz koza akşamları.
kadının gölgesinde soluklanan,
gitmekten beri uyumamış,
yorgun kentlere sarıldı.
o kentelerde söylenen oğul türküleri saplandı annelere.
en çok onlara; göl kenarları.


bağıra bağıra düştü sokağın kamburuna gökyüzü:
dağ,
dal,
kal…
duymadılar!
gövdemde soyundu ateş.
iki yana düştü gövdem: vahşi atlar.
sıcak çakıllarda yalın ayak, bir başına,
koştum,
koştum.
“ellerimizden vurmayın bizi” dedim, uzaklara.
"o kadar incinmişiz ki."
güneş gibi batıyordu tuz etimize.
susmuştum.
adına,
geceye.


biliyorsun, hiç bir kitabın arasına sığmayacaktı,
kokmayı dudaklarından öğrenen güller,
biliyorsun, silinmez dünya üzerinden,
içimi paramparça edercesine akan gri şelaleler.
içime serildi fırtına.


gittin
uzaklara.
ta uzaklara.
eylül, kaybettiği misketine ağlayan bir çocuk oldu dilimde.
suyun terini sildi kanayan anneler.
su,
su,
su...
koca bir taş bastı ılık yüreğine.

V.W Güncesinden'e Bir Cevap: Pelin Batu


12 Nisan 1563..............................: Kuşlar gözlerimden intiharı geçirdi. Sakat kaldım.

Ocak 1582...................................: Geceye yakışır diye erkenden gündüze hızma taktılar.

Mart 1591....................................: Babam anneme yeni bir yalnızlık aldı. Göğü babam sandım.

4 Eylül 1601.................................: Adımı unuttum, bir daha hatırlamama izin vermediler.

1605...........................................: Avrupalı sömürgeciler gözlerine ilk gemiyi çıkardı.

1 Mayıs 1617...............................: İşçilerin rüyalarına çıkan bir tünel buldum.

1623...........................................: Zeytini pencere sanıp, oradan uzaya bakardı.

1632...........................................: Ölmüyorlar diye arkadaşlarıma ağladım.

5-6 Temmuz................................: Yeni bir isim taktılar bana. Bunu sizi söyleyemem.

1641...........................................: Memleketten yağla beraber akraba gönderdiler.

11-20 Ağustos 1654.....................: Kuşlar, kuşlar uçurumlara türemiş.

4 Kasım 1660..............................: Şeytan aldı götürdü.

10 Şubat 1680.............................: Yüz yıl sonra bir kadınla yattım. Ertesinde soldu.

17 Ekim 1695..............................: Galata Kulesi.




Editörün Notu..............................: Çok sonra kuşa yeni adını söyledi. Kuşun kanatları büyüyüp Pelin oldu. 

Melek Kokan Sardunya


gidiyor toprağın flu bakışlarına terslenmiş yanım.
akıntının ay kısmına vuruyor sırayla,
çarşambadan, perşembeye üşüyen cesetler.
dişlerimin arasında, hâlâ kalp atışlarını saat tiktağı sandığım kadınların,
geceyle gündüz arasındaki bir yere sıkışmış gözlerinden
terk edilmiş avluma taşan renkler.

oysa essiz ve cesur bir rüzgarı arkana alıp,
kıpkırmızı sığınmıştın,
dişlerinin tenimde morarttığı o yeni ülkeye.
kusursuz şehirler düştü ceplerinden göğsüme,
bir tebeşir beyazlığıyla yanık yanaklarıma kusursuz ve estetik tokatlar.
siperdeki tek arkadaşım alnına dayıyor namluyu.
yalnız kalıyoruz,
ben ve savaştan çok, karanlıktan korkan atlar.
Ne bir kabus ne de bir pembe tirat şimdi
konserve kutusuyla kesmeye çalıştığım.
uyandım;
topu topu farklı yataklarda, aynı hayatlara uzanan ayaklar.


doğaya sızıyorum... aramızda hiç olmamış o yüzyıllık barajdan.
önce dudaklarına, sonra kadınlığına sığınmış mahçup bir su birikintisi oluyorum.
al beni şeytanın gözüne yaş niyetine sok.
al beni uçurumlara fırlat.
bir masal yap beni hiç bir dudağa yapışmamış...
ne yazık, benim sana bir kıyım bile yok.
bir ameliyat izi taşır gibi taşıyorum karanlığı suratımda.
gündüz, gece yarısına göç veriyor.
aklım cinnete.
elimde, melek kokan sardunya.


henüz birkaç aylık sevgililerin ayı parlak bir oyuncak sanması gibi
ahmak ahmak tırmanmaya çalışıyorum kalbin kayalıklarını.
tepemde,
başımın etini köpekleri kovalamak için kullanan bir aşk.
sarhoş bir tanrı, ölülerin süslediği daracık bir sokakta
üzerine geçirdiği siyah bir kaderin ardına gizlenmiş
seni kusuyor aydınlığın kirli taşlarına.
sarhoş oluyorum.
bir melek, arkasına bakmadan alalacele kaçıyor sonra bu şehirden.
ben, sessiz sedasız,
terk edilmiş bir cennet kokuyorum. 

Sevilesi Çocuk Öpülesi Eller



Uğur Kaymaz ve Fatma Koyupınar'ın anısına.






aklın teması ince.
derisi olmaz.

ve karanlık, ocağı tüten bir dam değildir.
penceresiz bir sığınaktır darp edilmiş coğrafyada.
savaştır!
tatbikattır!
en azından öyle hatırlanması gereken bir andır,
içi boşaltılmış çocuktan dağların, heybetli sırtlarında.

Kawa'nın namlusu Mart
kutlandığı gibi okunmaz.
eskeriye fırlatılmış bir ömür parçasıdır bu delal.
hedefte cisim,
amaçta hücre...
günahtır azrail;
namuslu dava oruç vakti vurulmaz.

kancıklığın ortasında bir karanfil gibi açar bayram
baba!
baba!
askere gönderme oğullarını:
güvercin namlunun ucuna konmaz!


bayramdır bu.
okunduğu gibi yazılmaz.
sanmayın sindik.
sanmayın o 13 kurşunun hesabı sorulmaz!

affet bizi Uğur, biz seni hiç koruyamadık.
çünkü biz, ölülerimizin törenlerine gitmeyi hep yeterli sandık.
mermi!
insanlığa saplı yaşamaz!
bayramdır.
alnımızda kırmızı kurdeleler halaya durur.
öp şimdi Fatma ablanın ellerinden Uğur.

karşılık bekleme:
toprak altında hiçbir çocuk berhudar olmaz! 

Yorum


gözünden fikrime düşüyor yine "Roxane",
o alımlı o tutkulu kadın.
oysa şehrin tüm yolları dün gece kapatıldı "Roxane".
bir anlam ifade etmiyordu artık yıldızlar, unuttun mu?
çölde bir vaha olmak için bizden gitmişti
o elektrik
o en küçük an... 

Pinokyo'nun Rapunzel Aşkı


tahta kalbine emanet şimdi her iyi dilek
yüreğin savaş meydanıymış
kimin umrunda.

bileklerindeki iplerle uyudun her gece
kafiyesiz bir şiirin ortasına düştün
alışılagelmiş savda masalı değildi bu
gözünden kıymıklar düştü
görmediler.

her yaramaz çocuk gülüşünde
ayakları altına aldı gövdeni, karanlığa anlatılan her dize.
oysa sen, o minik şapkandan hiç tavşan çıkaramayacaktın.
ekmek, tuz çalacaktın
oyun..
ama keman değil..

uslu değildin, eli baltalı zamanlara emanet edilecek kadar
burnunun dikine bir sevdaydı bu
her yanı köz kokan.


tüm baltaları ateşe verdiğin odunsu düşlerindeki
o haylaz mutluluğunla
al saçları üçe vurulmuş Rapunzel'i
ve kaç buralardan.


korkma Pinokyo,
bu masalda yalan yok.
her şey, mavi.. 


2007

Ölümün Şahdamarına İlk Hamle


Sonsuz kovalamacaların sonucundayız.
Elde; üçgen vücutlu bir sıfır,
tavanda ondalık bir yağmur
fikrimizde tipi..
Kare kökünde aşk saklayan çift kişilik bir günah kaldı.

Gözlerimin duvarını süsleyen,
hepsi acı çekmeye meyilli
hepsi mertebe sahibi;
gecenin ilk ışıklarına doğru hücum eden yarasa cemiyeti,
evet evet;
gözleri ameliyatla açılmış bir yarasa gibi, neyden kaçtığını bilmeden yaşayan
selülitli kadın portreleri kaldı.
Bedava ekmek söylentilerinin fakir mahalleye intikal etmesiyle;
onlar artık benimle aç, onlar benimle tok!

Tüm uzuvlarıma kutsal bir kitap edasıyla inerken şehvet
artık beni de sevmene gerek yok.


Sonsuz kovalamacaların sonucundayız.
Bana gitmek kaldı.
ve beni bırakmak için o yere;
sabaha karşı evimin önünden bir intihar
beni, tarifsiz bir istasyon özlemi aldı.
Aklımda çürümeye mahkum gri kafiyeler
aklımda;
yerle gök arasına sıkışmış,
ilk akıntıyla kendi sularına dönmeyi bekleyen
cennet yolcusu balığın,
cam tarafına kesilmiş, nemli bileti kaldı.


Unutma!
Ben giderken, sana bu coğrafyada kalmak yakışır.
Bundandır ki;
biraz can bıraktım
biraz kan.
Boş bavulun içinde yut diye sana yalanlar bıraktım..
Bir bardak okyanus bıraktım pembe masana;
yut onları hemen!
Yut!
Her gece fikrimden bir çıkmaza düşüyorsun.
Bari bu sefer,
dalı çürük bir dilek tut!



Sonsuz kovalamacaların sonucundayız;
tanrının kalanı olmasın diye yaşım,
onu tüm putlarla beraber yaktım.
Ben giderken sana kalmak yakışmaz diye
hafif bir ölüm..
Sana altında biraz su;
terkedilmiş bir köprü bıraktım. 

Linç ve Linç Ürünleri Enstitüsü


Bir sukut-u ezan ânı inerken kutsal kitaplar
ölmüştü bile
o çelimsiz o büyüttüğüm son peygamber.
Bense bu cesedi zamansızca, günah gibi kutsanmış
o etimde sakladım.


Alnının ortasına sessizlikten sıkılmış bir kurşun gibi ilerlerken dudaklarım
tüm olay mahalleri ve orada yaşanan her şey
şizofren bir ruhun kendiyle olan diyaloglarındaydı.
Zaman hiç gelmeyecek olan vapurun
kötü bir ruh gibi ozan tabakasını delen
kötü bir kadın gibi cazı delen
o cansız,
o simsiyah dumanındaydı.

Griye bulanmış o senfonik o yaşlı ağıtta
Melek ne lezzetli ne kutsal ne de ummandı.


Özgürlük deyip köpek gibi ağlarken o eylem gecesi
kurtuluş; medeniyetten kaçan kaçık büyücülerin,
zihnimize yerleşip oluşturduğu
yepyeni bir ırktaydı.



Sen rakı masasında tüm organlarını metil alkole bağışlayıp
sevap işlemiş olmanın saadetiyle ufka bakarken
asıl sevap ameliyat masasında yatan toprağa son neşteri vuran doktorun
zihninde, kendini ufka doğru asmış, sallanmaktaydı.
Bir sedye üzerinde odasına çıkarılan:
biraz deniz
biraz serzeniş
çiftleşmek için bir köprüye ihtiyaç duyan sargılı, iki kıtaydı.


İyi niyeti bu halde getirense dostlarım;
ruhu hararet yapınca yolda mahsur kalan ayva göbekli bir acıydı.
O'nu fikrimize bağlayıp en yakın mutluluğa doğru çektik.
Hatırlarsınız; o ân, o peygamberin cesedi hâlâ bagajımızdaydı.
Allah'ın ilk emri gibi inerken "öl" kelimesi,
mutluluk; sırtını en sosyalist ayete dayayıp ağlayan çocuğu
susturmak için uzatılan mavi bir balondaydı.

Mevsim Ağustos
ve şimdi bir yılan edasıyla kendimi uçurumlara sürtüp
sessizce mertebe değiştirirken,
anamın beni güneşten önce doğuramaması
kaderde meydana gelen teknik olduğu kadar küçük bir aksaklıktı.
Oysa alnıma kazılı kaderim, ilgili bakanlıkça koruma altına alınacak ve
yüzyıl sonra beni ziyarete gelecek olan peygamber sevgililerimin,
beni anlayabilmeleri için yazılmış
harikulade bir yazıttı.


Bu son kadehi geçmiş yüzyılın üzerine devirmeden önce bile
evden kaçamadığı için üzülen çocuklarla beraber,
henüz beni düşürmeyi başaramamış anamın rahminde
ceset akıtan göbek bağıma sarılıp bir yetişkin gibi dört nala ağladım.
Ardından sırtımı inancıma dönüp,
bu boşlukta ceset ceset melek izmaritleri topladım.

Belki de, tüm olay mahalleri ve orada yaşanan her şey
beynimin ortasında sevişen dinozorlar kadar büyük, onlar kadar korkunç
bir şakaydı.
Ama keskin bir yazı vardı
çok keskin bir yazı alnımın ortasına kazılı:

Zavallı peygamberler!
İndirin tüm ellerinizi.
Çünkü tanrının indirecek tek bir kitabı bile kalmadı.




Son vapur terk ederken bu boşluğu
kaybettiğimiz o kitaplar o melekler..
Bana temas eden buydu.
Mekansız bir berduş gibi yüreklerimizde dolaşan Eros,
aştan sonra,
ayrılığı buldu. 

Şiirinler



kırmızı bir yosunun dudaklarında öptüm adını
ilkin.
sonra sen bu şehri terk ettin
bense bir denizi.
artık meyve vermeyen kurumuş laflar döküldü zaman çatlağından mükafât üzerine.
ben, seni hep içime attım.
seninle birlikte sızladı külhaniliğime vurduğun ket.
sonra,
adın,
dedim.
çok sonra,
adın,
Gurbet.


elbette bir Mayıs tufanı olmalıdır,
kısaltan aradaki mesafeyi.
şehirlerarası yolları üzerime süren,
şahrem şahrem bir yalnızlığın şadırvanından içtim adını:
ölüm, aynısı.
aklımın koridorlarındaki sessizliği terkedilmişlik sanan bir çift sevgilinin
öpüşmelerinden geriye kalan bir Temmuz patırtısı.
hassasiyetin ruhu rahatsız eden ruh yoksunu şaibeli sesi.
ve odanın bir köşesinde
"bir bardak Leyla" diye diye büyüyen Mecnun'un denize olan kin dolu sevdası...
bunların hepsi, beklenmeye zorlanmış birer hayat sahnesi.


ben şimdi kalbinin merkezine en yakın,
bedenine en uzak şehirdeyim.
altı ay kar var yasımın üzerinde.
kimsesizim.
eski bir radyo gibi bir tek seni çekiyorum.

için patikalarında araba bekleyen ahmak iki otostopçunun topuklarında,
özleme vurgun, iki flu nasır gibi kaldık.
bir hayatı dönerken bilerek çarptığım adın gün gelir,
konar diye dilime,
ağzım, adın için Haziran
adın için Aralık.


dünyanın suratında unutulmuş iki tokat iziydik.
kırmızı bir yosunun dudaklarında öptüm adını
ilkin.
sonra sen bu şehri terk ettin
bense bir denizi.
aşk dedik.
aşk, her insanda biraz hastalık,
biraz kalp büyümesi. 

Zozan


"ama ben seni aşkla"
diye biten bir bakışmanın ardından
başlayan mor yağmur;

kırıldı tepemde bulut!

unutulur.
önceleri geçilmiş bir yol gibi hayat
gecenin aklına düşen kızgın nal sesleri.
birbir ölen içimde,
ekmeksiz, tuzsuz
prangalı köleler; seda.
sen, ben ve diğerleri.

bir su oldum nadasına,
gül yüzüne bahçevan...


sesimde kuş cesetleri. 

20 Mayıs 2012 Pazar

Soluk Denizli İnsanlar





'Sadece kötülerin nefret dolu sözleri ve hareketleri için değil, iyilerin dehşet verici sessizliğinden ötürü de bu nesil pişmanlık duymalı.' 

Martin Luther King







Güler Zere' ye





son leyleğin yorgun gagasından düştü
pencere önüne fuzuli bir Türkiye.
dağa döndü yüzünü güneş.
ay düştü omuzlarına, Ağrıdan.
insanlık, “pas” deyip çekiliyor bu gece
tüm insanların içine kurulmuş kumar masalarından.


Türkiye, kapımda terkedilmiş sersefil bir ülke.
öğren:
sıcak bir battaniye paylaşmak istemiyorum artık sosyalizm seninle.
türkiye, adın silik,
fotoğrafımız çıkıyor suç ve suçluya yataklık etmiş koynundan.

annem, "oğlum etme" diyor.
"kıyarlar sana."
"ben birşey yapmadım anne" diyorum
"insan olmak dışında."


devlet yarı açık bir zından anne,
"hayata dönüş operasyonu" adı altında yıkılmalı!
söküp alacağız onurun adını kan dolu bu avludan.
çünkü ismini öğrendi tüm kuşlar bugün.
şuh meleklerle cennetin bakışları arasına sıkışmış
küçük bir hücrede aort damarı kesilen kadının
kan dolu ağzından .:

Güler!


kırılır toprak altında kemik.
ayakta duramayacak kadar unutulmuştur
tene sürgün o müzik.
birgün kızlarımız, senin adınla büyürler.

Türkiye,
al faili meçhullerinle mutlu bir ömür sür.
bir yastıkta karı - koca!
al paşalarınla paşa paşa yaşa.
acıma biz teröristlerine.
çünkü sırası gelince biz acımayacağız sana, ona, diğerlerine!
üzerinde beyaz bir gelinlik gibi duran karın,
soğuğun içinde uslu bir ülke ol.
ve alış.
sürekli cinayet katıyorlar sütüne.



güzelim.
türkiye...
şimdi dilimin neresini ısırsam ki
Güler gülse.
çıkamadığı özgürlük avlusunda
Ahmet Kaya şarkılarını bağıra bağıra söylerken
avcu kan dolu öküsürmese;

"sana yalan söyleyemem, darılırsın yavrucağım
abin birgün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım."


savun!
şiirimi kuşandım ben Türkiye

bu Güler Zere için:

kin!

Bu Uğur Kaymaz için:

intikam!

bu da ötekilerimiz için:

nefret!




yeter!!!
demektir bu.
masummuş gibi bakma artık Güler' in gözlerine!

o, her öksürdüğünde
o ışığa her bakışında
onur, bir güvercin olup konar ellerine.
o, suratına kayıp bir ülke manzarası çizdiğinde,
ceset görmekten bıkmış bir komutanın
apoletlerini omzundan söküp atması gibi,
söküp atıyorum seni göğsümden Türkiye. 



(bu şiir yazıldığında Güler Zere hayattaydı)

sa t ı l ı k 8 6 m o d e l h a y a t






2009 yılının 21 Temmuz'una.


karanlık bir palto var bu gece ışığa giydirilmiş.
ellerim uzuyor ceplerine,
hep bir yapraksız sarmaşıkla gizlemeye çalıştığım ellerim.

bırak!
geceyi silahlı kadınlar vursun!
bir kalple eşdeğer
kırılırsa eğer bir göl kenarı gibi ayağı!
ellerimi vursun sonra o kadınlar.
ellerim...
sıyırıp kendini, kendini bilmez kara parçalarından
bağımsızlığını ilan ediyor, tersleyerek gözüne kan kaçmış toprağı.
üzerimde, galibiyet marşları okuduğu sırada,
git gide azalan bir amigonun gölgesinden
dehlize düşen eğlenceli şapkalar.
üzerimde çığlıklarıyla bahtiyar çıplak pembeyaz bir kadın.
üzerimde fosfor yeşili eski bir ceketin kirle girdiği kavgada geriye kalan son saatleri.
son saatin o en son dakikası
en son dakikanın son saniyesi
son saniyenin…
birşeyleri kazanırken, keybedilmişlerin duyulmayan acı sesi.

anla!
uyanıkken bile yatağından çıkmayan bir ırmak gibi sevmiştim seni!



şimdi, o siyah paltonun ceplerinden gökyüzüne havalanan yarasanın dilinde
birbirini ilk kez çıplak gören iki küfür gibi utangaç,
yeniden tutunuyorum pişmanlığa.
su, peygamber olmayı bekliyor henüz kutusundan çıkarılmamış
henüz bir aşka halvet olmamış mağralarda.
unutuyor tanrı bizi orada.
karanlığın cehennem gibi korkuttuğu ovaları.
unutuyor efkarı,
sürekli altını ıslatan bir çocuk gibi yeniden yatak altına gizlendiği anlarda...

ölüm, herkesin ortak, tek ayrılık şiiridir.
artık…
anla!


siyah paltonun tekrar tekrar yıkanmaktan yıpranmış
soluk benizli insanların sureti düşmüş yakasından aşağı bırakıyorum kendimi.
bir tek düşerken hatırlayacağım sözlerin işkencesinden geçiriyorum kendimi:

ihbar edilmiş bir yalnızlığın gerisinde kalanlar
baskın yemiş bir elin, esrar kokan parmak uçları gibi hayata yabancılar.



bir jilet kesiği gibi ansızın açılıyor uzaklar..
uzuyor…
yapraksız bir sarmaşıkla gizlemeye çalıştığım ellerim.
ellerim, komutanı tarafından savaşın ortasında terk edilmiş bir ihanet ordusu.
idam mahkumu bir kadının sessizce giyotine fısıldadığı son arzusu
sana düşürüyor annem beni.
sana düşürüyor beni,
üzerime sinmiş tahta mandal ve biraz balkon kokusu.

ah!
şimdi;
kuş sesleri
kuş sesleri…


ne olur!
anla!
taze bir ölünün suratında açık kalmış, bir çift göz gibi sevmiştim seni! 

Dil Kaybı


o gece,
dilinden denize dökülen kalabalığın,
en yalnız kelimesiydi, velûr.

olmamanın, yetmemenin ve evet
sana gelememenin gürbüz sancısı.
kötü bir şarkının kulak arkana kondurduğu sıcak bir nefes gibi,
nehir kıyısının lilayı delip geçen vaveylâsı.

çoğal şimdi!

Hölderlin' in, otuz yedi yılını tek başına
bir kulede geçirmesine sebep olan gümüşî aklı gibi,
birik, ak deliliğe.
çünkü sayrılı yarınların kucağına sığdıramıyorsun tek tek,
vücudunun sokaklarını aydınlatan yıldızları.
duyarsın.
hikayeler, bir gün onlar da ellerini kana bular.
önce odalar,
sonra bir bir söner karşı cinsin ışıkları.


afazi, geçmişin uzun yol kokusu;
masumiyet üzerinde netameli bir vals.
masumiyet üzerine salvo; biraz şaşır!
her su kavuşamayabilir denizine.
ama her deniz, ölü balıklarını içinde taşır. 

Se-ni Se-vi


sana "seni seviyorum" demedim diye kızma bana.
ben onlar gibi sevmiyorum.
bu aşk kimsenin bilmediği yeni bir dil
ve ben bunu sadece heceliyorum. 

Sombahar


duygu ile düşünce arasındaki ayrışma;
üzerinde kırmızı bir karlık ile şehir.
köşede yoksullaşmaya
köşesinde yoksunlaşmaya kafa tutan nar gibi evler.
bir fıskiye altında ıslanıyor bulut.
ıslanıyor avucunun orta yerinde bir dağa,
renkler ve meyveler.

düşün.
adına eğildim.
bir söğüdün gölgesi gibiydi gülüşün.
ve gökyüzü,
dudaklarına kondurduğum küçük,
mavi bir öpücüktü sevgilim. 

Deliler Kanatlarından Vurulur Amelié


Çatlamış dudaklarına dokunarak başlıyorum yine her duaya,
ne zaman aralarından sızıp düş dolu bir geceye düşmek istediysem de
ya adabı bozluluyordu kızıl gecenin
ya da meleğin göğsündeki iri tümör
göç yollarını gösteriyordu tanrıya.

Ki biz daha Babil'in asma bahçelerine dalıp ham düşler, tarifsiz aşklar toplayacaktık.
Kim kovdu açlığına konan serçeyi?
Şimdi "iyi çocuktu" denerek anılmaya devam ediyor,
Babil’in aklındaki son yeniçeri.
Meleğin göğsündeki kutsal tümör
terkedilmiş şatomun penceresinden sonsuza sarkan Rapunzel'in huzuru için uygun görüyor
kudretiyle yakan, beyaz atlı bir mermeri.

Ben dün gece o yük vagonuna tüm sırlarımı icra edip
kendinden başka hiçbir çocuğu güldüremeyen palyaçonun gamzelerinde
hâlâ canlı bir yanlarını aradım.
Hâlâ gülebiliyorduk, ne güzel!
Ben dün gece o yük vagonunda
son sevgilime mektuplar yazdım;

"Bindiğin minibüste otomatik kapı çalışırken sakın basamakta durup beni düşünmeye kalkma. O kapı kutsal bir cin giyinip seni çarpmadan önce; birikmiş ev kiraları ve bir kaç birikmiş faturayı son meleğe kilitlemiş olmanın sevinciyle, çoktan pılımı pırtımı toplayıp, düşüncenden çok daha fiyakalı bir dişi düşünceye taşınmış olacağım."


Meleğin göğsünde kutsal tümör
ve ona saplı bir yeniçeri süngüsü.
Şimdi beni iyi dinleyin abiler, ablalar;
devrik bir cümlenin içinde aranan çatısız filler gibi koyu bir tezata gebe bu özne olma güdüsü.
Bu ünlem
Bu, bahar.


En yakın hastanenin çok uzağında doğurmasaydı eğer beni annem inanın,
kendi yarıklarıma özlemden tampon yapmasını öğrenir
sırlarımı bilet niyetine anlatmazdım o vagona.
Benim ceseti güzel sevgilim
ben aslında mezarının başında okuyabileceğim yeni bir dua öğretsinler diye yattım o kadınlarla.
Şimdi toprağına sığınıp hepsinden özür dilerim.


Meleğin göğsünden Allah'a yükselen kutsal tümör
ahbab kılacak yine bu gece koca şehri sancılarla.

...

"Unut O'nu evlat" diye yazdı reçeteme doktor:
Sabah,öğlen,akşam; aşk karınla. 

Melek Okumaları: Ağlayarock İlahi


Yara kabuk tutunca ona taş denir her dinde.








taşın iç acıları gibiyiz seninle
daima bir hesapta açık
daima "öteki"nin toplamını veriyoruz duaya
tüm aldıklarımıza karşılık.
bir yanımız nedensiz hep kum
çocuklar fırlatıp bizi,
su üzerindeki ruh birikintilerine, bununla yetinmeyip
masala yakın korkunç kahkahalar atarken
isteksiz, bir sonraki yüzyıla sekiyoruz.
yağmur oluyor melek
biz o yağmurun rahminde zakkum.


yamalı bir sandalı günaha taşıyor sonra melek

- Tanrım!
Duyuyor musun bizi tanrım?
Batmak üzereyiz. Giderek ayrılık alıyor sandalımız.

Tanrım!
Tanrım!
Her yanımız zehir zukkum
acil toplu intihar izni istiyoruz.


her sıcak hava dalgasında bir iğne gibi
giderek daha fazla batan
bir neşter gibi eti her kesişinde
biraz daha acıtan;

arabesk bir senfoninin ortasında ille de rock diyen iki nota gibi
çekiyoruz üzerimizdeki fünyeleri.
ölürken bile aklımızda rock.
biliyorum;
bu topraklarda çok daha sert bir ölüm istemek ayıp şey
yoksa bir dua değil miydi dudaklarımda ki;

feel it!

ah güzel tanrım
kocaman bir getto saklıyorum denizimde
ve kendi alkollü sularıma çekiliyorum, yanımda mayışık bir telaş
tüm balıklar melek olmak için zehri bekliyor bu gece
günah benden gitti
artık sende git!

gözüme saat farkı kaçtı?
onlar kan değil
gözüme bir tek "zaman doluyor"
yüzüm kendi toprağında bir esir gibi
anasız - babasız kalmış bir utanç saklıyor yanaklarında.
ve bir cümlesiyle yeniden batırıyor o sandalı tanrının derin sularına
kendini bilmez gri dilim
bana bıraktığın taştan, kumdan, acıdan
sadece;
üç oda bir yalnızlık
müstakil bir şaka yapabildim sevgilim.
affet!

şimdi;
çok lezzetli vebalarla ahbap olmak için
iniyorum gecenin terkinden
şiddetle bandırıyorum ekmeğimi kana.
çünkü bu ilahide,
bir yamyamın vejeteryanlığı kabul etmesi kadar günahsın bana. 

Şehirler Benden Taşınalı Çok Oldu


gecenin son kullanma tarihi yok;
açlıkla üzerine çullanıyorsun.
hüzne değen parmakların var senin daha çok
şapşal bir endişenin mağralarında gezinen.
ateş cehennemine dönüyor bak.
tek sabıkam
yine zaman; "istanbul için efkar vakti."
rakıya komşusun.


artık onlar da biliyor bağrında ateş bir mumun beyazında yaşanılamayacağını.
her an yeni bir kent göç veriyorsa gözlerine
ve toprağı bile mutsuz ediyorsa ölüleri sevmek
renklerin gözerine bakmayı öğrenmelisin.
çünkü onlar biliyor,
herkesin alnına yazılmamıştır sevmek.
bir daha gelmeyeceği bilinen gidene
yüzde tebessüm, dilde teşekkür
şehirlerarası yolculuk kokan bir "hoşçakal" demek.


bağışlanamaz bir suçmuş gibi ikram ediliyor bize
göğüslerinden çok daha alçak rakımlara inmek.
bir savaş daha kaybetmiş olmanın hicranıyla geriye çekiliyor kan.
şimdi kötü muameleden mezun günlerin saçlarına dökülür
o eski akşam sefaları.
bilmiyorsun, ben bu savaşta herşeyimi kaybettim.
en çok da adımı.
yaralıydım.
kaçtım.
sahipsiz bir ruhla ördüm acımın etrafını.


bir yıldızları gördün bavulsuz gömülürken yolculuklara.
tek bir buğu gözlerinde
tabutun cam tarafı olmuyor
oraya sevmek
"sevmek bir kalma biçimidir" diye yazılmıyor.
bitti diyorsun sonunda ömrümün sefaleti bitti.
adımı üzerine istiflediğin dilin cennet müteahhiti; sus denilmiyor.
mezar taşından yapma bir gecekondu gibi
alelacele örülüyorum yeryüzünün yarı pembeliğine
malesef aşk, her insanda biraz doğum lekesi.




onlar; yıldızlar.
yıldızlar gökyüzünün en haylaz çocukları değil midir aslında
bunca zaman bir bedenden bir başka bedene
meğer bu bir oyundur diye kaymışlar.
yeni bir kitap indiriyor şimdi tüm giyinikliğimize çığlıktan bozma sesler.
uzaklarıma sür yüzünü.
çünkü uçurumlara sevdalı her kadın
ömründe en az bir kere bir saatin içinde akrep besler.
ömründe en az bir kere donkişot olur.
eğer yeni bir savaş gibi değecekse bileğe keskin bir veda
bir kadının çantasında her zaman
ölmek için bir aradeniz bulunur. 

BU


yer etmesin,
acı...
içinde.

istemem,
daralsın,
yerim... 

Nesimi Çimen'in Şiiri



konuş Nesimi!
bitmez bizde can de, bizde kan.
bağlamanın ucunda dağlıdır her şiyar
ellerimize tütün sinmiş,
nefesimizde her dem yatılı soğan.
düşünde bunları, ta ovalardan yüksel.
adın Nesimi!
yürekte memleket yeşili.
türküler giyinmiş kanlı duvaklı sel.


yetmez Nesimi, bu türküaz.
yeniden boyadılar şehirleri;
Sivas, katliam turkuaz. 

Melek Çıkmazı: Trümmerliteratur


Kazıyorum itinayla
üzerime sinen melek hassasiyetini.
Darp edilmiş bu coğrafyada
iki isim arasına sinmiş,
erguvanlarını yağan bir dolu sonrası kaybetmiş,
yinede inatçı nöbetler giyinip orada çıkmış
o iki isim sahibini sürekli acıtan bir çıban gibiyim: İlaçla aldatılmış.
Karanlığa özenerek büyüdüm ben.
Onun içindir ki gidecek hiçbir yerimiz yok:
Tüm ırmaklar mağdur
İstanbul boşaltılıp suya bırakılmış.

Hatırlarsın, Hamlet'in müşkülpesent tiratlarından elma ağaçları sarkardı.
Uğruna üzülebileceğim bir kadın geçerdi satır aralarından.
Ne zaman dudak dudağa gelsek
O kadın, Allah'a inanmayanlardan değil,
Allah'a inanıp, Allah'sız yaşayanlardan korkardı.
Hastalık bu: Toprak yutar.
Savaş bu: Kan tutar.
Kısacık bir kadın,
her gidişimde ardımdan uzun uzun bakardı.


Bir yanı eksilmiş,
bir yanını cennete bağışlamış kardan adamları unutabilirsin artık.
Onlar çocuksuz aileler bizi bulup evlat edinsin diye eriyip, kayboldular.
O iki isim, o iki sızı...
Onlardı gecenin bir körü sevişir halde hep yanlış matbalarda basılan.
İnan elimde değil:
Bizi bir daha hatırlamayacaklar!
Peki hafızam mıydı neydi o:
Bir kaç çalışkan velet tarafından havuz sanılıp, dersin en ateşli yerinde boşaltılan?


İltihaplanmış trajediler için ağlanılmıyordu hiçbir yatakta. Ayıptı.
Bilirsin, ne zaman bir kadın geçse satır aralarından
ben kaşlarımı çatardım, şehre kar yağardı.
Mor bir iple asardı kendini tebessüm.
Ne zaman bir kadın geçse tanımadığım şehirlerden
o şehirlerin satır aralarından
o şehirlerin apış aralarından
ben kendimi tuza banardım.
Gönül balkonunda susuz bıraktığın sardunya olur
kendimi timsahın gözünde yaş sanardım!
İnan elimde değil: Kan ağlardım.


"Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım" cümlesiyle başlayıp
"seni seviyorum" saçmalığıyla biten ayrılık mektuplarıdan mezun olalı çok oldu.
Asıl sen bunları okurken; hâlâ bir yerde bir sevdalı sorguda, muhakkak yaşadışı bir aşktan sanıktır.
Sen bana masumiyetimi
sen bana o özlediğim kadını geri ver.
Çünkü her aptal mektup gibi,
bu aşkın ucuda, bağrı kadar yanıktır.


İnan elimde değil: Artık kimse bahsetmeyecek sana benden.
Sakın çekme ayağını şizofrenden!
Sen hep öyle elleri kanlı
sen hep öyle suç bakışlı kal.
Ben yeni bir lisan olmaya gidiyorum: Okuduğum tiratlarda kaldı o gülüş.
O... Adın!

Nasılsa bu şehirde hâlâ kardan adam yapılıyor.
Nasılsa hâlâ özlemekten kadın! 

Günah


gökyüzün-den,
durgun sulara düşüyor gece.
teninde ki,
kavis;
dilimde cehennem kalabalığı. 

Beklediğini Bulamamış Seyircinin Ringe Fırlattığı Çığlık


iki eski dost gibi
iki sokağın hiddetli, şiddetli ve ayarsız karşılaşmasıydı o günler.
göz göze gelinmemek için verilmiş müthiş mücadeleler ülkesinden yola çıkmış
yolculukların ayak ucunda pusulasız, sol üst köşesi hep yanık mektuplar.
bir raunt daha bitti diyorsun, çekil köşene.
dehliz tutkunu bir konçertodur zaman sevgilinin yatağında.
beklediğini bulamamış seyircinin ringe fırlattığı çığlık.
hep kaybetimiş bir anı.
çıkar ağzından, şapkadan bir deniz çıkarır gibi şimdi hatırayı.
cehennemime otur, sana kızgınlığıma!
biraz faydasız söz al!
tükürük bezlerimle sil suratını!

ruh, evet ruh.
o iki sokağı kesen tek dik yokuşun orta yerinde hep kaybedilmiş şehirler olurdu.
benim sana söylemediğim sözlerin altında buluşurdu insanlar.
o yokuşun orta yerinde
pamuk şekerini pamuk prenses sanan küçük kızın tek arkdaşıydım
yani masal
yani masallar.
çılgın bir aşk tüm şehre anlatıp durdu;
idam mahkumu genç bir kadının
hayatla olan ileri geri konuşmalarından peydahladığı bilirkişi edalı iletken boşluğu.

göğün yere yağdığı bir gece kestim ilk defa ben seni.
aşk bu kavgada ne bir cevaptı geçmişe verilecek
ne de gelecek için bir soru.
-üşürsün oğlum. kapat pencereni. girmesin odana gerçek!
diyen annem sanıp durdum
bir cinayet sonrası üzerini örtmeyi unuttuğun, yastığımdaki o çukuru.

al şarjörüne istanbulu koy.
sık belli belirsiz ona hasret coğrafyalara.
çünkü yastık altına gizlenmiyor artık çocukluğun sağanaklarından geçmiş ıpıslak cesetler.
ansızın geceye damlıyor her birinin elleri.
yeniden düşüyor ceplerimden gözlerine ay,
elbirliği kirletiyor ufukları.
ben çoktan unuttum ölümün en ateşli yerinde koltuğundan kalkıp
"ben bu sahneyi biliyorum" diyen seyirci kılıklı katili.
sen de unut.
hatırlamamaya çalış üzerini kanlı kaldırımları.


bitti işte bu raunt.
şiirler, sözler, hevesler...
kazanmaya alışmış bir aşığın şelalesinden,
durgun sulara döküldü kaybetmiş cesetler... 

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Kırmızı Başlıklı Şiir


tabiatın arka zemininden ölüme okunan organik dua: vücut!
annesinin geceli gündüzlü intikam emzirdiği
bir kiralık katil gibi kendinden emin
ve üzerime sinmiş ölü kadın kokularıyla geçtim
suratında hep bir çocuk kesiği cehennemi-
ni!
peşimde, kelepçe tutkunu polisin telsizinde adı anılmayan,
korkunç bir şüphe.
onun, hayatın hep bir yerlerine temas eden ruj lekeli nefesi.

alkolün, gecenin ve başımın üzerinde tuttum
sesimin orta yerinden gökyüzüne doğru yükselen cesedini.
terk edilenin, terk eden boşluğuna sığınmış kabarık mülteci listesine
hiç durmadan hacimsiz bir isim sustum.

geçmişin, adını unutup yüzünü unutmak istemediği
kadınları bulmak için attığı adımları andıran, kan-dıran
çok seri bir doğa değiyor şimdi bilincime.
yer, bir çiçeğin çanağından,
yüzünü ihtirasla çizdiğim yeryüzüme açılıyor.
bir korsan bayrağı çekiliyor illegal sloganlar içinden göğe,
deniz cebimde, tuz yaramda, şafak benimle birlikte.
dedim ki, adındır bu;
münasebetsiz bir esrarın kasıkları altında
vasiyetini hazırlayan kadının bakışlarından yer yüzüme sızan mesafe!
Unutulur!


Yüzünün en sert tabakası; ihanet!
orayla göğüs göğüse çarpıştıktan sonra
düşüyor kalbime kanlar içinde bir aşk.
cehennemi, sevdalı bir çocuğun şarap dolu kafatasında asasına doluyor Musa.
biri sana,
biri sola.
içten içe büyüyor veba!
bir çürük gibi çoğalıyor hukukun beni terk ettiği içimde.
geleceğe anlatılacak!
Gelecek'e anlatılacak!
o zaman her yanım kan,
her yanım tanrıdan alacaklı bir tufan...
her yanım kırılmış sancaklarıyla bahtiyar gemiler içinde!


hafızanın akıl almaz serasında ki tek normalizasyon: zaman!
gözlerinin önünde küfre saplanmış bir entrikayım;
hiç orta çağ görmemiş.
sesinin gölgesinde soluklanan büyük savaşların,
o kanlı meydanlarında Şeyh Sait'in canıyla aynı anda toprağa düşen trajedi;
hiç gülmemiş!
örselenmiş boşlukların geleceğe saklamaya çalıştığı tarih haznesi,
onun kalp zarını delen zencefil sesi...
dedim ki, adındır. Unutulur.
yeni bir lisandır ağrıyan aklıma...

ah!

sevgililer kan taşıyor şimdi damarlarımdan,
sevdanın hamamlarına. 

Bir Ömrün Sanık Sandalyesi


masal, hüznün kavuğuna sığınmış
usulca suya değiyor parmakları
inan, gecenin bizden alacağı çok.
çünkü kimse kimsenin bir şeyi olmuyor bu masalda
ya da kimse kimseye bir uçurum ısmarlamıyor;
nilüfere doğru ince, nazik adımlar.



ben, artık birileri için atmayan bir kalbe sığdırdım kendimi.
ansızın, ölü şehirleri kucakladı musalla taşının üzerinde,
gözünden, yüreğinden geçmiş acemi adamlar.
görülen son düş,
yaralı bir çocuğun o renksiz silüetine ait.
bir ömrün sanık sandalyesine oturunca deniz çok uzak güzelim.
ufkun oluyor orada mağdur.
artık en yakının, bir kaç yalancı şahit.
martı, yorgun bir deniz sığdıramıyor ağzına.



sessizlik, çoğu zaman geçici heveslerin en tepesinden bırakmaktır kendini kalabalığa.
bazen bir meleği hissetmek kadar kıymetli,
bazen yürek çölünde içi sevda dolu bir matara bulmak.
bir bulut düşün, kuşları aforoz edilmiş.
oradaydım.
sen yoktun.
sen o zaman, ömrüme sallandırılmış üzümlerde yeşil bir salkımdın.
gözleri kapalı bir gökyüzü evlat edindim sessizliğime.


an gelir, gece şehre iner.
üzerinde davetsiz bir misafir şıklığı.
aslında o karanlıkta sen, çoktan başımdan gitmiş aklımdın.
bilek değil mi bu!
oda karanlıkta en az göz kadar büyür ve kanar.
çünkü geçmişin elinde koz olarak, bir sen kaldın.
şimdi sessizce kalkarken bu cenaze yüreğimden,
bulaşmış bir suç olacak ellerime,
o, telaffuzuna korktuğum adın.

şşş...
ölürken sessiz ol;
elbet bir gün bir martı, kendini dipli uçurumlara da salar.

...

dilsiz başlayan masallar kalpsiz bitermiş
ve bu da bitti.
kayalara sinmiş ılık, mavi bir nisan yaladı dalgalar. 

Kırgın Şiir


sen
git
başka
denizlerin
koynunda
boğul!


ben
sana
çoktan
kurudum! 

Ayrıntılar



"Cem,
sen söyle
ne kadar oldu olmayalı?"

Oruç ARUOBA


I

sen-in
gül-üşün de,
ir-i
göğüs-lü
bir
bah-ar
v-ar.
tüm
sah- ipsiz
çiçekler-i
bağrı-na
bas
(i) ı p ,
em-zir-mek
ist-er
gibi..
fon-da
en
güz
-el
aşk
ninni le-
-ri..


II

senin
kızışın-da,
seviş -il- me
-si
gerek
b-
ir
güneş
v-ar.
her
dokunuş-da
kapanma - ması-
diledi(k)ğim
aşk
yan-ık-la-rı
bırak
-an..



III

senin
sus-uş
un
-da
-erken
gelen
kelebek-
öl-ümler
-i
v-ar.
yaşa-nıl
-acak( -ecek (dil bilgisi dersinden sarkma, düşersin!) )
koskoca
üç
gün-e
in-
-at ,
son
bul
-an
.. 

Q


gözlerim,
gittiğin yolda astı kendini.

dikkat!
yol boyunca tek bir ölü çıkacaktır karşınıza!

şimdi hangi zaman dilime ait cümleler kurmalı ki,
bir nilüfer iftiradan kurtulsun,
ve renk denilmeye başlansın siyaha.
aydınlık hiç bir yanım yok...

gözlerim açık gittin sevgilim... 

Gülistan'da Bir Ihlamur Ağacı


Lokomotifler çalıştı!
Lokomotifler.

Boş beslenme çantalarına, taşaklı sofraların özlemini gizleyen
ilkokul çocukları yağdı bütün gece raylara.
Memleketimizden 'açlık sınırı' taşıyoruz,
eskimiş gülüşümüzde yerleşik acılar.



Lokomotifler çalıştı,
lokomotifler.

Al götür bizi,
mutluluğun,
yemyeşil vatanına.


Tükenmez hasretin izleri,
film şeridi alnımda. 

Ameli'ye Aşıklar Caddesi


İntihara hevesli yaşlarını
meme uçlarından damlatarak gittin.
Kaybolma korkusu değildi bu.
Biraz rüzgar eserdi senden Ameli,
biraz çocukluk.
Gittin!
Minik acılar orkestrası eşliğinde.


Küskün çakılların sandala bakışı gibi zamansız
iç sızlatan ince parmakların,
her gece bir yıldızı alıkoyup göğsüme saplardın.
Korkunç ayrılıklar giyinmiştin sen Ameli.
Çok korkunç.

Ağlatacak kadar romantik bir acıydın.


Genç yaşımın en paspal odası olurdun bazen.
Ameli hep yalnız
Ameli hep kalabalık..
Dağınık olurdu.
Oysa tüm saklayabildiklerin
çift kişilik bir yatağa sığabilecek kadardı.
Sıcak bir yazdı Ameli.
Çok sıcak.

Seninle tanışmamız ateşli silahlarla girilen ateşli sevişmelerin icadına denk geliyordu.



Gözyaşların vardı
intihara hevesli kızıl saçlarına dağıttığın.
Avlanacağını bildiğin halde tekrarlanmaktan suyu çıkmış geçmişin
sularına çekildin iltihaplı,
hep bir şeyi kaybetmiş gibi suratıma bakardın.
Kalabalık bakan gözlerin ismimle başlardı ağlamaya
cemaatsiz, yalnız.
Mors alfabesiyle; bu sularda aşk denir buna diye yazardın.


(Şimdi söyleyeceklerim için lütfen kız bana olur mu? Hatta küs!)

Benimse senden gizlediğim ota boka ağlayan iki sevgilim daha vardı:
Mars ve Venüs.
Yani kalabalık ağlardım.


Biliyorum; hiçbir ayrılık bu hayattan vazgeçip, bitkisel hayata geçmez.
Ah Ameli!
Ayrılık, insan etiyle beslenen etobur olur
şehrin çıkmaz yollarında.
(Ki melek adlı hostesler bunu bilmelidir)
Gezegene ait saçlar kalmış ellerinde.
Hemen at at!
Hemen öl öl!
Çünkü hiçbir kadın bu caddede kalabalık yürümemelidir. 

Çekme Ellerini Aklımdan


oradaydık.
o sersem yalnızlıkta.

verecek hiçbir şeyi kalmamış bir türbe gibi bulut,
yeşil şehir:
tutup o'nu, cennete boyadım.
suretini kumar masasında kaybeden insanların
avuçlarında büyürdu yosun kokusu;
tutup kendimi, denizine sarıldım.
insan artığıydı, hep göğe boşaltılıyordu kuşlar.
tanrının birer üvey meleğiydi kuşlar: yükseğine aldandığım.
sürekli kaybettiğim birşey gibiydin sen
seni, avuçlarındaki yanık kokusundan tanıdım.

günler, kararsız yirmi sekiz çiçek,
açmaya hevesli teninde.
bu şehirde,
insanı eksik bırakan yangınlar çıkarıyor hâlâ yasadışı aşklar.
ondandır, hergün yeni bir kızım oluyor,
yeni bir oğlum.
küsme dilimin sivriliğine
yirmi üç yıl sonra düşüyor anamın rahminden,
çıkarken içeride unuttuğum mutluluğum.




ocak'tı
çaresizdim.
ağzıma sığmıyordu adın.
şehre ne zaman mavi bir yağmur yağsa,
ben kalkıp ona müge derdim..

ve bağıramıyordum.
tüm arzusu denize boşalmak olan bir ırmağın,
denize boşalırken ne hissettiğini bağırabilseydim sana
belki o gün şair olur,
gövdem büyür, kapatırdım sana tüm evreni.
sen, avuçlarına sindiğimi unutarak,
mutluluk bu deyip,
ömrüm kadar alkışlardın beni.
hem biliyorsun, bu gurbet yangınından son kurtarılacak olanda bendim...


orada,
o sersem yalnızlıkta;
senin adın hiç müge olmadı sevgilim... 

Filistin Çok Gizli Haber Alma Örgütü


Alkolün mabedinden sesleniyorum sana.
İri göğüsleriyle bir bahar tüm çocukları doyurmaya gelecek
gibisinden bir haber henüz geçmediyse ajanslardan
suyumu ısıt.
hâlâ tuzumuz kuru
şu çatlamak için küçük bir arçı şok bekleyen testide
içtiğimiz kan hâlâ dupduru

Seni kandırdılar
Taze gelinin duvağı gibi saltanat hiç kalkmadı.
unuttun mu
binbeşyüzbilmemkaçı en son yiyen malukat
senin düşlerini tırmalayan o son kedi
onu alnından öpmek yerine
alnından vuranlar, tarih dersinde boğulup gittiler.
Kapak olsun şimdi sana bu trajedi.

Alaca gökyüzünde hüküm süren son saltanat
kırmızı kavuklarıyla şehrin ırzına geçmeye dünden razı kuşların.
Yeryüzüne döndüğümde saçım sakalım beyazlamış oluyor affet
affet çünkü mabedime dönüyorum.
çünkü ibne devlet anlayışından bıktım
çünkü yıl ikibindokuz
yeryüzündeki saltanat hâlâ puştların.


Velhasıl
Yine sen haklı çıktın Metin abi.
Ne zaman bir dost bize gelse biz evde yokuz.
Beynimin enkazından dün bir çocuk daha çıkarıldı.
Artık kafam dokuzyüzdoksandokuz.
Bir milyonu unutmadım tabii. Oda olacak
Her sayı şimdi daha yaralı
her sayı elindeki beyaz bayraklarla ölüme koşan mazmut bir atlı.
Yine sen haklı çıktın Metin abi.
Ne zaman bir dost bize gelse biz evde yokuz.
Ya bi'beş rakısı için alkole kadar gitmişizdir
yada esrara yatılı.


Sana kendi özel mabedimden sesleniyorum:
Dün gece cesetlere karşı açtı çiçeğini erik
o cesetler ki ninnisi kulağında Türkiye kadar sessiz Türkiye kadar çaresiz,
usulca dönüp ölüme yatar.
dün gece şehre doğru saçtı polenini erik.
adın batsın dediğimde
kaçı batar?
Ah tabii biz her zaman telaffuzu zor isimleri sevdik.

Sana alkolün mabedimden sesleniyorum erik
Ağlamıyorum.
Gözüme rakı kaçtı
Gözüme esrar kaçtı
Gözüme yirmiiki yaşım kaçtı
Benim gözümün bebeği yandı erik.
Ağlamıyorum.



- "Üzgünüz sayın ceset seviciler, yayınımıza savaşsal bir nedenden dolayı ara veriyoruz. Bol bombalı bir gece ve o bombaların götünüzde patlaması dileğiyle... Hep düşünen adam heykeli olarak kalın. Yayında ve yapımda emeği geçen tüm arkadaşlarım adına sizin taaa..................... "

- Kestik


Biz her zaman telaffuzu zor, çoğul isimleri sevdik. 

Deneme Yamulma

Sevgilim gel. 

Gel beni yeniden giydir. Yeniden dökülsün saçların unutulmuş kara parçalarıma, küçük tesirli hasret parçacıklarıma... Ama en çok ahıma. En çok ona. Ben seni Rapunzel sanayım yine. Sen yine bir kara büyü ol beni zindanlara at. Gelirim dersen inan uslu bir yalnızlık olur, yine yüzyıl daha hiç durmadan uyurum. Sevgilim... Boşuna o ağacın altında açma eteğini. Hasretin gölgesinde büyüyen hiçbir ağaç verme vermesini bilecek kadar gelişmedi bu aşk temalı coğrafyada. Meyve vermesini bilecek kadar sevdalanmadı toprağına karışan suya. 

Mutsuz bir son ol benim filmimde. Beni iyice hırpala, hırpala... Seyircilerin üzerine tükür beni. Onlara kızdığında adımla hakaret et. Hatta istediğin gibi sinema biletinde bile yan yana geçmesin adımız. Sevgilim: Beni gönlünün balkonundan cehennemine it.


Bana özlemden maden çıkarmasını öğret. Üfle mumuma çöksün maden. Ben o göçük altına kalayım. Sonra kalmış gibi uyut beni; git! 

Atlıkarınca'nın Düşten Nalı


Gökyüzünde bir terminal kalabalığı... Kuşlar vardı gitmesin diye sımsıkı mor bulutlara sarılan; kuşlar.

Biz gidiyorduk ve yine kimse gelmiyordu bizi uğurlamaya. Ah elimizde şenzlonglar, gurbet efkarında çatlamış tanimize bir vahiy gibi inen kremler; nasılda beklemiştik gelecek diye güneşi. Hatta buz gibi dudaklarımızla bir öpücük bile fırlatmayı düşünüyorduk eskeriye. O an utanacaktı. O an utancından kıpkırmızı kesilip bizi daha çok yakacaktı. Biz; oh cehennemimize kavuştuk diye çılgınca sevişecek, kremaya bulanacaktık. Son bulacaktı mevsimsiz düşler, tüm kuş intiharları. Ama biz sadece gidiyorduk.

Herşey "bir dakikanızı alacağım canım" şeklinde cereyan ediyordu. Kimse kalmaya gelmiyordu. Ve güneşin ve ayın ve tüm yıldzların misafirliği "bir arkadaşa bakıp çıkacağım" havasındaydı. Oysa bu gece misafirmiz olacaklar diye nasılda seviniyorduk. Tüm yemekleri tek başına yiyebilirsin artık. Parasını peşin verip, peşin peşin acı çekip ve ben peşin peşin rakıyı alıp 13 numaralı odaya çıkıyorum. Kimseye söylemeyin. Hiçbir padişahın fermanında "duyduk duymadık demeyin" diye geçmesin adım. Düşmesin peşime polis. Ve n'olur söylemesinler bunu hiçbir yüzyıla, senden sonraki hiçbir Ameli'ye.

Sabaha kadar çılgınlar gibi içeceğiz birbirimizi. Sabaha kadar diyorum neden anlamıyorsunuz ah sabaha kadar; bu ne korkunç bir muammele.


Şimdi tenezzürden kalkmış ve hiç bir ilgili bakanlığın yol belgesi vermediği otobüs koleksiyonlarım var. Onlara yıllar arasında nasıl illegal seyehat yapılacağını öğrettim. Her gece korkunç intiharlara sürüyorum onları. Bazen annemin benden hamileyken neler çektiğini görmeye sürüyorum kalabalık hayali yolcularımı. Bazen de her yani ötenazi odalarıyla çevrilmiş bir hastanenin kendi inşa günlerine ait gördüğü uzun pantolonlu kısa film düşlerine... Anlayacağın çok mukaddesiz bu gece. Özlemden maden çıkaracak kadar hemde.

Evet bir özlem koleksiyonum da var. Herkesi özlüyorum bu ara; ilk kız arkadaşımı, onun tutamadığım o ellerini, Şubat'ı, uçurtmaları, okulumu, yeni ayakkabı aldığım günleri, kalemi, o şehri falan filan ve vesaire. Ama en çokta seni. En çok seni biriktiriyorum ben tek gözeli tenimde. Yakında senden bir Kız Kulesi yapmayı düşünüyorum. Onu açıkarttırmada sattıktan sonra kazanacağım parayla daha çok rakı içip daha çok düş alıp, bu sefer senden bir Eyfel Kulesi yapmak istiyorum. Şimdi uzaksın. Şimdi yatağımda Afrodik gibi bir Bahar... Seviştikten sonra yine içeceğim, sonra yine... Senden mülteciliğimi kabul edecek yeni bir gezegen yapana kadar.


"Kanun nezdinde yeri yok bu özlemin, öğretmenim"

Çok mu maddeciyiz?

Oysa hiçbir fıkranın gücü yetmiyordu bir madde olabilmeye. Bir madde olabilecek kadar kalmıyorlardı hiç kimse. Apar topar bir acelelik hissinin etine sığınarak gidiyorlardı. Evet, biz de gidiyorduk. O halde biz özlem temalı bir sempozyumda okunan kanuna ait hangi maddenin kaçıncı fıkrasıydık?

Yolcularım sabırsız bu gece Ameli ve korkaklar. Çatlamış bir çift dudağın suyla buluşması gibiydi öpmelerin. Bir bilsen şimdi nasılda beynimde mayışıyor o hatıralar

Ah Ameli'm...
Ah güzelim:


Aşklar...
Aşklar... 

Son Çıbanım Çıktı Tükenmeden Alın


Gitme Kal Şiirleri yazamadım sana. Affet.
Gri şehirlerin koynuna doğru kıvrılan raylarda intihar bombacıları
fevkalade bir şekilde
fevkalade bir acelelikle pimini çekiyorlar üzerlerine sinen sabah ezanının
ilk inancım ölüyor.
Sonra imam: Kurtaramadım diye,
affet.

Kuklaların ipiyle kuyuya inilmiyor hâlâ bu şehirde.
Aaa... Bak saat 12:12
Hemen bir dilek tut ve biraz bozukluk at şu kuyuya.
Acele et.
Acele et palyaçolar ölüyor.
Palyaçoları kurşuna diziyor iyi çocuklar.
Acele et: Bir bozukluk at.
Oraya can sıkıntısı kat, oraya antlaşmalar kat.
Acele et: Hâlâ kuklaların ipiyle asıyor kendini aşıklar.
Hiç mi bozukluğun yok.
Al moral bozukluğumu, beni at.
Beni at.
Şenlensin palyaço cesetleri.
Çok mu acıktın?
Al kahkahamı, üçüncü sınıf restoranlarda umarsızca sat.
İstediğin gibi, artık adımı paçoz bir aşkla takas ettim.
Dirilsin etimde şimdi felaket.
Palyaçolar diyorum. Onlar öldü.
Affet!


Kurtarılmış bölge ilan ediyorum tenimi.
Tel örgüler çek etime.
Tel örgüler çek gözüne.
Alkolden yıpranmış gölge oyunlarında sahneliyorum gençliğimi.
uyuşturucu bahane.
Ah, hep kapalı gişeyiz.
Ah, hep iki kişiyiz.
-Söyleyin seyirciler ağlamasın,
sidik gibi paçamdan damlıyor o zaman sahne.-
Acele et anne!
Acele et çünkü oğlun şiirden neşter yapmasını öğrendi.
Acele et çünkü oğlun hâlâ sağken bir isim söyledi.
Bul onları anne.
Kepenkleri çekmemişken yakışıklı boğazım.
Ah, sevdiğim kadının gelmesi için her seferinde bir köprücük kemiğine zor bela tırmanıp
"gelsin, gelmezse atlarım" demek mi lazım!
Ben artık yirmi iki yaşında değilim anne, ismim de artık felaket.
Gitme Kal Şiirleri yazmadım anne ben O'na.
Bari sen bu hayırsız oğlunu affet!

Artık çocuklar erkenden uyuyup büyüsün diye gülerek anlatılıyor melek intiharı.
Her gece sularıma gizlice demir atan, demir attıkça acıtan, -laleler-
gençliğimle hiç durmadan doymaksızın beslenen onlarmış:
Gençliğinde orospu nineleler;
son intihar gerçekleştiğinde anladım.
Meğer benimde annem yeşilçamdaki diğer anneler gibi bir melekmiş.
Baba hasretini yaklaştırır yaklaştırmaz bileklerine,
ben kör kütük aşık sana damladım.

-Ah melek, şehir mezarlığı koca bir gaflet.
Biz cennetimize dönelim. Biz bizi bekleyen yerlilere...
Uçan Bulut, Oturan Boğa siz de konuşun,
siz de deyin:
affet!


Öbür dünya varsa eğer devlet kusura bakmasın yapılmıyor oraya aşk bağışı.
Kan bağışı.
Ve kazanmıyor bir ayrılık karşısında vücut, herhangi bir bağışıklığı.
Ben unutulmuş bir dinmiyim cennetinde?
Bol sulandırılmış bir özlem yağışı.

-Tavşan ânı bunlar... Gel, gel diyolar;
duymuyor musun?
Hele bakın şu ayrılığa
Şuna bakarsınız belki;
şu kırmızıya...
İstediğini yaptım. Adımı paçoz bir aşkla takas ettim.
Şimdi kümesime sorunsuzca dalıp tüm lezbiyen tavuklara kendini ellettirebilir o hasret desenli tilki.
Birgün tüm korkaklar birleşecekler.
Birgün tüm korkaklar topluca katledilecekler.
Senden aşk yapmayı beceremedim, affet beni almışiki.
Ne de olsa birgün senin soyundan olan tüm tavşanlarda kurşuna dizilecek..
Kuşlar her göç bitimide "meğer ne aptalmışız" diyecek: Affet!

Geceyarısı radyo istasyonlarında belki biri gelir diye bekleyen,
gelmeyince yolcu bekleme salonlarında uykuya kalan mutsuz iki dinleyicinin rüyasından cızıldayarak o malum kırbeşlikler arasında elbet yerini alacak ismim:

- Ah, daha ne kadarda gençmiş!

Sevgilim, ben madde bağımlısı bir raymıydım gecenin bir körü uykunu trenlerimin sesiyle bölen?
Senin üzerinden hep mutsuz bir ray mı geçmiş,
yolcularına her seferinde paçoz bir aşk ikram eden...

Ölümlerim: Ânlık mutlulukları alternatif renklerle inşa eden ressamların tuvalinde hep görülmeyi bekleyen iki renk gibi.
Gri!
Mutluluğu doyunca yaşayabileyim, azrail rahatsız olmasın diye ben o uçurumdan hep sesszice atladım.
Raylar tabelasız yollara döndü.
Ah tabii
Tabii biliyorum:
Bugün senin aybaşın.
Ben onun için bu kadar çok kanadım!


Şimdi bunu şiir sanacaklar.
Oysa değil.
Oysa bu; şiddetle girilmiş mutsuz şehirlerde haddimi aşan bir aşkın, sadece tek bir gazeteci tarafından görülüp haberleştiirmesi, bir üçüncü sayfa haberi.
- Siktir et değerli okuyucu bilindik bir ayrılık gene!

Bu birazdan kırılacak son lades kemiği.

Gökten annem mi yağıyor yine?
Anne kurtar beni: Kefen bul
Anne kurtar beni: Cinnetimi bul.
Anne inan oğlun hayırsız, heryanı sefalet.

İsteyerek yapmadım anne, inan...
Melek salladı dallarımı:
ben "bir kitapsız aşka düştüm"

Affet! 

Şu Bizim Edip


hatırlıyorsun değil mi Edip
tüm kadınlar balık kokardı bu kentte.
çok içince bir park yeri gibi aydınlık olurdu sözlerimiz
köprü hayal edip feribotla yetinmek zorunda kalan tüm araçların
mola yeri gibi olurdu sözlerimiz.
bir kadının üşüyen ayakları gibi Edip
çok içince.


İstanbul'dan bakınca
biz çok edepsizleştik.
koca bir kenti ton balığından ibaret görecek kadar hemde.
nedendir bilmem Edip
bir tek dolmuşta gördüğün kızlara tutuldun sen.
her yanından sarmaşık olur dökülürdü yolculuk.
(ne güzel bir arsızlık)
her gece

deniz gören terasına yatılı bir misafir olurdu yalnızlık
çok içince.
aşkın ayağı kırılınca yaşatmıyorlar onu Edip
birşeylerin düzeleceğine inandıramıyoruz kimseyi.
insanlar için inancımız bir banka mı yoksa
hiç durmadan hortumlanıyor muyuz nedir Edip?


- Kadınlar

haklısın Edip kadınlar.
bazı kadınlar çok güzel öpüşür
naziktirler.
onları trafikte ilerleyen bir araç gibi görmek lazım Edip
adama çok güzel yol verirler.
ama endişelenme sakın
yol oldukça herkes yolcu olmaya devam eder.


İstanbul'dan neyse Edip.
çok içince gözlüksüz böyle okunuyor bir garip memleket Çanakkale
şimdi postaya veriyorum bu filmi yarıda kesip...


Haa, ayrıca
mutluluk o kente köprüsü yok diye mi gelmiyordu Edip?

unuttum...
çok içince.