15 Aralık 2012 Cumartesi

Red (öykü)

Sonunda uyanmıştı. Uyurken yatağın dışında kalan üşümüş sol elini, pijamasının içindeki sıcak sağ eliyle birleştirdikten sonra gözlerini rutubetten çürümüş, bu haliyle kötü bir ressamın tablosunu andıran tavanda gezdirdi bir süre. Arada sırada yeniden dalacak gibi olduğunda başına çektiği yorgandan gelen keskin ve çok kötü bir koku buna izin vermiyordu. Göz kapakları sarhoş bir adam gibi sürekli düşüp kalkıyordu. Uyarıcı bir etkisi vardı bu kokunun. Yoksa sokakta top oynayan çocukların çıkardığı müthiş gürültüyü duymuyordu bile.

Dedesi de duymuyordu. Çocukken dedesine bir şey söyleyecek olduğunda yanına kadar sokulur, kendisine doğru eğilen uzun boylu dedesinin kulağına söylemek istediği şeyi bağırırdı. Fazla kelimelerle uzun cümleler kurmak gerektiği için, dedesine neden kulağının tam olarak duymadığını hiçbir zaman sormadı. Bu kadar cümleyi o kadar yüksek sesle bağıramayacağını, gırtlağının buna yetmeyeceğini düşünürdü hep. Annesinden ya da nenesinden bununla ilgili dinlediği hikayeler vardı. Aynıydılar. Askerde komutanının attığı bir tokat yüzünden böyle olmuştu. "Annem de bu hikayeyi nenemden dinlemiş olmalı" diye düşündü. Annesi ve babası aynı köydendiler. Köyün diğer insanları bu konuyla ilgili kimbilir neler söylemişlerdi. Ama annesi tüm söylelenleri kulak arkası etmiş gibi kaynanasının söylediklerine inanmıştı birtek. Neden sorgulamamıştı? Neden köyün diğer kişilerinden duyduklarını gelin olduğu eve taşımamıştı? Bilmiyordu. Bir cevabı yoktu buna verebilecek. Su götürmez bir gerçek vardı yalnız; kaynana ile iyi geçinmek gerektiği bu köyde de uzun yıllardır yazısız bir kural olarak işliyordu memleketin diğer her yerinde olduğu gibi.

Zorlukla doğruldu yataktan. Dün geceden kalma yarım bıraktığı suyunu içti. Bardağın etrafındaki yüzlerce küçük baloncuğa aldırış etmeden yaptı bunu. Hiçbir işi yoktu yapacak. Ama sanki bir yere geç kalmış bir acelelikle yatağın dışına attı kendini. O an korkunç bir acı hissetti bacaklarında. Ve yatağın bir metre yanında olduğu yere yığılır gibi oturdu. O anki acının ifadesi hala suratında ve dişlerindeydi. Sol ayağını iki eliyle kavrayıp altını görebilecek şekilde çevirdi. Üç yerden su toplamıştı tabanı. Bu şeffaf şişikler yenidünyayı andırıyordı. Dokundukça ağrı dizkapaklarına kadar vuruyordu. Bir davul gibi gerilmişlerdi. Sol ayağını bırakıp sağ ayağına baktı suratındaki ifadeyi eksiltmeden. Onda da şişikler vardı. Ama sol ayağına göre küçük şişiklerdi bunlar. Suratındaki ifade eksilmişti.Dün çok fazla yürümek zorunda kalmıştı yağmurun altında. Anne tarafından bir akrabası telefon etmiş

“ Eminönü'nde Fethi'yi bul, ben görüştüm. Sana göre bir şeyler bakacak” demişti.

Kahvaltı etmeden çıktığı o sabah Fethi'yi bulmuş ama Fethi sanki böyle bir olaydan hiç haberi yokmuş gibi davranmıştı. Daha sonra durumu anlayıp toparlamaya çalışana kadar Rıza uzaklaşmaya başlamıştı mekandan. İşsizdi.

Sağ ayağının üzerinde sekerek iğnelerin bulunduğu çekmeceye doğru birkaç adım attı. İkinci çekmeceyi açtığında yorgandan gelen kötü kokunun aynısını hissetti. Ve biraz daha uzaklaştı uykusu gözlerinden. Askerlik Şubesinden gönderilen 3 zarf vardı çekmecede. Kaçak göründüğü ve yakalandığı ilk yerde askere alınacağı yazıyordu herbirinde. Zarflara hiç dokunmadan iğneyi aldı. Ortasına kadar kararmış bir iğneydi bu. Daha öncede ayak tabanları su toplamış ve iğneyi mikrobunu kırmak için ateşe tutup kıpkırmızı kesilene kadar beklemişti. Her defasında aynı şeyi yapıyordu. Ama bu sefer bunu yapmak aklına gelmedi. Ya da 13 gündür boş olan tüpgazını dün değiştirdiğini unutmuştu. Teker teker patlatmaya başladı şişiklerini. Her iğneyi batırışından sonra çıkan sıvıyı halıya silerek doğruldu olduğu yerden. İnce bir sızının dışında ağrısı kalmamıştı artık. Banyoya doğru yürürken eline geçireceği ilk parayla tabanı eskimiş ayakkabasını değiştirmesi gerektiğini düşündü. "İnsanın herşeyi değiştirmeye gücü yetmiyor" dedi aynada kendine bakıp. "O halde değiştirilmesi mümkün şeyleri elimize geçirdiğimiz ilk anda değiştirmek en mantıklısı" diyerek kendi kendine konuşmaya devam etti. Tam yeni bir şey söyleyecek gibi olduysa da suratına çarptığı suyun kokusunun yorgan ve çekmeceden gelen o kötü kokuyla aynı olduğunu farketti. Biraz daha ayılmıştı artık.

“Demli bir çay çek” diye bağırdı kahveci ocağın başındaki yaşlı adama. Kendisi küllükleri boşaltıyordu diğer elinde tuttuğu mavi leğene. Daha önceden tam söndürülmemiş izmaritleri atmış olacak ki birkaç yerinde erime başlamıştı leğenin. “Rıza” dedi. “ Nasıl oldu babanın durumu ha? İş bulabildin mi sen?” Rıza sobaya en yakın masada oturmuş kahvenin kirli camından yağmurun ıslattığı sokağa bakıyordu. Kafasını azıcık çevirerek tok bir sesle “yok!” dedi. Kahveci bu üç harflik kelimedeki kızgınlığı görebiliyordu. Mahalledeki herkes Rıza'nın hasta babasıyla görüşmediğini biliyordu. Kendi de biliyordu bunu sorarken. Çok çenesiz olduğundan buna aldırış etmeden konuşmaya devam etti:

“ Askerlik işi ne oldu senin ya? Bak, işin yok gücün yok var git şu askere. Ekmek elden su gölden oğlum. Bak bir gün yakalarlarsa anarşik diye içeri atacaklar seni. Hoş öyle bir şeyini Allah var görmedik. Ee koca devlet gelip sorar mı heç bize bu nasıl biri, namuslu mu diye?"

Rıza dinlemiyordu kahveciyi. Ama bunu belli etmemek için tam bir şey söyleyecekti ki kapıdan hışımla iki adam girdi. Kahveci elindeki leğeni Rıza'nın masasının altına atar gibi bırakıp, yüksek ama normal konuşmasına biraz daha İstanbul ağzı katarak

“ iki az şekerli çek ustacım” dedi ocağın başındaki yaşlı adama. “Yanına lokum da koy”
Kahvecinin heyecanına heyecan katan bu adamlar karşı sokaktaki bankanın müdürü ve müdür yardımcısıydılar. Rıza, ayaklarına kadar uzanan kalın palto giyinmiş bu adamların sobaya kıçlarını dönüp ısınışlarını izledi. Zamanında Rıza da az şekerli içmişti bu kahvede. Hatta şekersiz içmişliği de vardı. Ama ne birinde kendisine lokum vermişti kahveci ne de böyle yüzü gülüp heyecan yapmıştı. Ocağın başındaki yaşlı adam ilkin garipsemesine rağmen bu çenesiz kahvecinin huyunu suyunu hemencecik öğrenmişti. Ses tonundan gelen müşterinin önemli olup olmadığını anlayabiliyordu. Kahvecinin ses tonuyla önemli ilan ettiği kişiler için ayrı bardak ve fincanlar vardı tezgahın altında. Eğilip iki tane fincan çıkardı. Kahvenin hemencecik hazır olmasını isteyen kahveci yaşlı adamın yanına gelip, bu kadar kısa sürede hazır olmayacağını bildiği halde “tamam mı” dedi. Boynuna attığı havludan kirli gömleğinin yakası görünen yaşlı adam bu soruya alışık olacağından hiç ses çıkarmadı. Kahveyi ateşe bırakıp birkaç yerinde küçük yamalar olan yeleğinin sol cebindeki saatine baktı esneyerek. Müdür ve yardımcısı ısınmış olacak ki cam kenarından bir masaya oturuverdiler. Kahveci koştuğu gibi elindeki küçük süpürge ve faraşla masanın etrafını silmeye başladı. Müdür yardımcısı “tozutma bırak” diye bağırana kadar aynı yeri üç kere sildi.

“Aman beyim temiz olsun buralar, siz geldiniz olur mu heç”

dediyse de kahveci, müdürün suratındaki sert ifade bir an önce durması gerektiğini anlatmaya yetiyordu kahveciye.
”Kahveler ne oldu” diye kükredi kahveci. “Hazır” diye bir ses geldi ocak tarafından.

Tüm bunlar olurken Rıza yanan sobanın da etkisiyle mayışmış bir halde müdür ve yardımcısına bakıyordu. İkisininde kalın paltoları ve parlak botları vardı. Aynı yerden alışveriş yapmışlar herhal diye geçirdi içinden. Yan masasında oturan mahallenin manavı Basri yüksek sesle “Allahasımarladık” deyip kalkmıştı. “Biz geldik diye mi yapıyor böyle” dedi müdür az şekerlileri getiren kahveciye. “Yok beyim, olur mu heç? İşi vardır. Ondan gitmiştir” dediyse de kahveci, aslında müdür ve yardımcısı geldi diye gittiğini kendi de biliyordu. Geçen Pazar günü kahve ağzına kadar doluyken Basri, bu bankanın dolandırıcı olduğunu, kendisine 1 vermelerine karşın 3 istediklerini bağıra çağıra söylemişti çünkü. Her ne kadar “Basri etme eyleme” dediyse de kahveci Basri susmamış, konuşması bitene kadar konuşmuştu. Haftada 5 kez az şekerli içen birkaç banka çalışanı için koca bir mahalleyi karşısına almayı ticari olarak doğru bulmamıştı kahveci. Ama olay birgün patlak verdiğinde en azından “ben yapma, etme dedim beyim” diyebilmek için Basri'ye karşı dirençsiz bir güç göstermişti. Bu mahalledeki insanların çoğu günlük yövmiye işlerde çalışıyordu. Kışın gelmesi onlar için işsizlik demekti. Birkaç kuruş için böyle bir şeyi cüzi bir rakam karşısında isteyen kişiye çok rahat anlatabilecek insanlar olduğunu 12 senedir aynı yerde kahvecilik yapan kahveci de çok iyi biliyordu. Rıza, Basri'nin kalktığı masadaki gazeteyi alıp karıştırmaya başladı. Bunu gören kahveci

“ bak bak, belki iş bulursun. Bak, sana diyom gezen tilki yatan aslandan eyidir. Git gez dolaş. Gazeteden iş bulmak okumuşların işi, bize göre değil”

dedi yarı gülerek.

Mahallenin geneli ilk okuldan terk olduğundan Rıza'nın liseyi bitirmiş olduğunu unutmuştu kahveci.

“ Ama dikkat et geçen haftanın gazetesidir o” dedi biraz daha sırıtarak. Bu ikinci gülüşünde kahvecinin önden iki altın dişi görünmüştü. Ağzının sağ tarafındaysa neredeyse diş kalmamıştı artık. Rıza'nın kahveciye vermediği karşılıklar kahveciyi iyice geriyor ve daha fazla konuşmaya itiyordu sanki. Öyle ya, koskoca banka müdürü bile kendisi bir şey söylediğinde cevap veriyordu. Olumsuz olması umrunda değildi. Önemli olan söylediğine bir karşılık verilmesiydi kahveci için. Rıza'da sevmezdi bu bankacıları. Birgün olsun o bankanın kapısından içeri girmişliği yoktu. Ama mahallelinin söyledikleri yetmişti kendisine. Her ne kadar kahvecinin “iyi adamlardır, kötülükleri yoktur. Ne yapsınlar onlar da yukarıdan emir alıyor” demelerine rağmen mahalleli kararını çoktan vermişti. Rıza mahaleliye inandı. Bir tek kasap Avni

“he, valla bakın bu kahveci doğru söyler”

diyerek kahveciye destek olmuştu koca mahallede. Onun durumu da farklı değildi kahveciden. Banka müdürü her hafta en az 5 kilo kemiksiz et siparişi verirdi kendisine.Özel günlerde etin kilosu artar 15-20 ye çıkardı. Banka çalışanları da arada uğrardı. Geçenlerde Avni, yeni yıl kutlaması için kendisine 8 kilo et siparişi veren müdüre hediye amaçlı, etle beraber yüklü alışveriş yapan müşterilerine vermek için hazırlattığı yeni yıl takvimlerinden bir tane göndermiş Yılbaşından sonraki ilk mesai gününde müdür Avni'yi bankaya çağırtmış. Bunu yeni bir sipariş haberi olarak gören Avni gülerek gittiği bankadan suratı beş karış bir halde ve elinde gönderdiği takvimin bir parçası ile çıkmış. Müdür, Avni'nin kendisine gönderdiği inekli takvimi “benimle alay mı ediyorsun ulan” diyerek Avni'nin gözü önünde yırtmış. Avni'yi de iyice haşlamış dediklerine göre. Avni kasap dükkanına döndüğünde elinde bir parçası kalan takvime bakıp “müdür haklı” demiş. “neymiş efendim, boz renkli inek konur mu heç takvime. İnek dediğin siyah beyaz olur. Avrupalı inek, Alaman inek o”
Rıza milli piyango sonuçlarının olduğu sayfayı açıp iç cebindeki kırışmış biletini çıkardı. Uzun uzun baktı ama yine bir şey yoktu. Aynı bilete üçüncü bakışıydı bu Rıza'nın. Üç sene önceki bir yılbaşı gecesinden önce gece yarısına bir iki saat kala seyyar satıcılardan birinin “son bilet abi, belki sana çıkar” diyerek sattığı biletti cebinden çıkardığı bilet. Ne o gece büyük ikramiye Rıza'ya çıkmıştı ne de seyyar satıcının Rıza'ya verdiği bilet o gece sattığı son biletti. Rıza şaşırmıştı yine kendisine büyük ikramiyenin çıkmamasına. Halbuki amorti bile yoktu. Olsa bile o bilete yasal olarak ödül verilmeyeceğinin de farkındaydı. Ama şaşırıyordu. Sabah ki kokuyu anımsadı. Yorgandaki, çekmecedeki ve sudaki kokuyu. “Ne zaman dinecek bu yağmur” diye geçirdi içinden. Soba kızılcık gibi olmuştu sıcaktan. Yaş kütüğü tutuşturduktan sonra üzerine önceden poşetlenmiş kömürlerden bir poşet atmak böyle olması için yeterliydi.
“Allahsız bunlar müdürüm” diye bağırdı müdürün yardımcısı. Rıza irkildi. Kahveci kahvelerin kötü olduğunu düşünüp ocağın başındaki yaşlı adama pis bir bakış attıktan sonra masalarına doğru seyirtmeye başladı. Müdür bile şaşırmıştı buna. Sonradan mahçup olduğunu belli eder bir ses tonuyla “insan hiç askerden kaçar mı müdürüm ya? Vatan borcu değil mi o. Dedelerimiz bunlar için mi öldü?” Durumu anlayan kahveci yarı yoldan geriye doğru dönüp bahaneyle bir iki odun attı sobaya. Kahve kötü değildi sonuçta. Bunun için bağırmamışlardı. O halde kahveci için herşey yolunda demekti. Bunun rahatlığıyla “bu da benden olsun” diyerek bir odun daha atıverdi alev topuna dönen sobaya.

“Bunlar bir şey mi” dedi müdür. “Şimdi vicdanı red diye bir şey çıkarmışlar. Bunlar Ermeni dölü Haluk. Neymiş ben askere gitmeyi vicdani olarak doğru bulmuyormuşum. İnsan öldürmek günahmış. Onlar insan mı be terörist! Terörist! Bunlar ülkeyi bölecekler Haluk gör bak.”
“Namussuz bunlar beyim” diye bağırdı sobanın yanında duran kahveci. Ne müdür ne de yardımcısı dönüp bakmadılar bile kahvecinin bu sözüne. Yalnız Rıza bakmıştı kahveciye ve bunu gören kahveci de Rıza'ya “sen hariç” deyivermek zorunda kaldı. Müdür askerliğini komutan şoförü olarak İstanbul'da yapmış ve askerliği boyunca hiç üşenmeden kaç kere direksiyon başına oturduğunu saymış ve ailesine keyfinin yerinde olduğunu, kendisi için tasalanmamaları gerektiğini yazdığı mektuplarında belirtmişti:13.

Müdürün yardımcısı ise askerliğini askeri hapishanede yapmış disco diye tabir edilen yerde dövmeli ve komutanın onay verdiği askerlere etmediği işkence kalmamış biriydi.Hatta birkaç kere işkence ettiği askerlerden birkaçı şikayetçi olmuş. Ama her seferinde salıverilmiş tekrardan. Bunları övüne övüne anlatırken yumruğu hep sıkılı dururdu müdür yardımcısı Haluk'un. Şimdi de sıkılıydı. “Bunları asacaksın müdürüm!” dedi yine bağırarak. Rıza sabahki kokuyu duydu yine. Ama bu sefer tam olarak nereden geldiğini kestiremedi. Müdür yardımcısı Haluk gazete okuyan Rıza'yı hiddetli bir şekilde işaret ederek

“bak orada işte dedi”

gazeteyi biraz aşağı indiren Rıza iri işaret parmağının kendine doğru dikildiğini görünce tedirgin oldu.

“Yazık değil mi müdürüm şu gençlere? Sarmışlar tabutları yine şanlı bayrağa?”

Rıza olayın kendisiyle ilgili olmadığını anladığı anda dizlerindeki küçük titreme kesilmişti. Gazeteyi bırakıp hemen çıkmak istedi yinede oradan. Gazeteyi masaya bıraktığında gazetenin ilk sayfasında bayraklara sarılmış tabutlar ve çoğunluğu kadınlardan oluşan ağlayanları gördü. Neden ölmüştü bu insanlar? Bu koku nereden geliyor? Ne zaman diner ki bu yağmur? Rıza üşümüşcesine ellerini biraz ovuşturduktan sonra parkasının yakalarını iki yana kaldırıp hızlı adımlarla çıktı kahveden. Yine bir yere yetişecekmiş, sanki bir işi varmış gibi acele ediyordu. O kadar hızlı ve selamsız çıkmıştı ki kahvenin camına bayrak asmaya çalışan kahveciyi görmedi bile. Durumu fark eden kahveci biraz içlenmiş ama müdürün “iki az şekerli” işaretini görünce unutmuştu her şeyi. Rıza ertesi gün uyandığında yağmur hala yağıyordu.