15 Aralık 2012 Cumartesi

Red (öykü)

Sonunda uyanmıştı. Uyurken yatağın dışında kalan üşümüş sol elini, pijamasının içindeki sıcak sağ eliyle birleştirdikten sonra gözlerini rutubetten çürümüş, bu haliyle kötü bir ressamın tablosunu andıran tavanda gezdirdi bir süre. Arada sırada yeniden dalacak gibi olduğunda başına çektiği yorgandan gelen keskin ve çok kötü bir koku buna izin vermiyordu. Göz kapakları sarhoş bir adam gibi sürekli düşüp kalkıyordu. Uyarıcı bir etkisi vardı bu kokunun. Yoksa sokakta top oynayan çocukların çıkardığı müthiş gürültüyü duymuyordu bile.

Dedesi de duymuyordu. Çocukken dedesine bir şey söyleyecek olduğunda yanına kadar sokulur, kendisine doğru eğilen uzun boylu dedesinin kulağına söylemek istediği şeyi bağırırdı. Fazla kelimelerle uzun cümleler kurmak gerektiği için, dedesine neden kulağının tam olarak duymadığını hiçbir zaman sormadı. Bu kadar cümleyi o kadar yüksek sesle bağıramayacağını, gırtlağının buna yetmeyeceğini düşünürdü hep. Annesinden ya da nenesinden bununla ilgili dinlediği hikayeler vardı. Aynıydılar. Askerde komutanının attığı bir tokat yüzünden böyle olmuştu. "Annem de bu hikayeyi nenemden dinlemiş olmalı" diye düşündü. Annesi ve babası aynı köydendiler. Köyün diğer insanları bu konuyla ilgili kimbilir neler söylemişlerdi. Ama annesi tüm söylelenleri kulak arkası etmiş gibi kaynanasının söylediklerine inanmıştı birtek. Neden sorgulamamıştı? Neden köyün diğer kişilerinden duyduklarını gelin olduğu eve taşımamıştı? Bilmiyordu. Bir cevabı yoktu buna verebilecek. Su götürmez bir gerçek vardı yalnız; kaynana ile iyi geçinmek gerektiği bu köyde de uzun yıllardır yazısız bir kural olarak işliyordu memleketin diğer her yerinde olduğu gibi.

Zorlukla doğruldu yataktan. Dün geceden kalma yarım bıraktığı suyunu içti. Bardağın etrafındaki yüzlerce küçük baloncuğa aldırış etmeden yaptı bunu. Hiçbir işi yoktu yapacak. Ama sanki bir yere geç kalmış bir acelelikle yatağın dışına attı kendini. O an korkunç bir acı hissetti bacaklarında. Ve yatağın bir metre yanında olduğu yere yığılır gibi oturdu. O anki acının ifadesi hala suratında ve dişlerindeydi. Sol ayağını iki eliyle kavrayıp altını görebilecek şekilde çevirdi. Üç yerden su toplamıştı tabanı. Bu şeffaf şişikler yenidünyayı andırıyordı. Dokundukça ağrı dizkapaklarına kadar vuruyordu. Bir davul gibi gerilmişlerdi. Sol ayağını bırakıp sağ ayağına baktı suratındaki ifadeyi eksiltmeden. Onda da şişikler vardı. Ama sol ayağına göre küçük şişiklerdi bunlar. Suratındaki ifade eksilmişti.Dün çok fazla yürümek zorunda kalmıştı yağmurun altında. Anne tarafından bir akrabası telefon etmiş

“ Eminönü'nde Fethi'yi bul, ben görüştüm. Sana göre bir şeyler bakacak” demişti.

Kahvaltı etmeden çıktığı o sabah Fethi'yi bulmuş ama Fethi sanki böyle bir olaydan hiç haberi yokmuş gibi davranmıştı. Daha sonra durumu anlayıp toparlamaya çalışana kadar Rıza uzaklaşmaya başlamıştı mekandan. İşsizdi.

Sağ ayağının üzerinde sekerek iğnelerin bulunduğu çekmeceye doğru birkaç adım attı. İkinci çekmeceyi açtığında yorgandan gelen kötü kokunun aynısını hissetti. Ve biraz daha uzaklaştı uykusu gözlerinden. Askerlik Şubesinden gönderilen 3 zarf vardı çekmecede. Kaçak göründüğü ve yakalandığı ilk yerde askere alınacağı yazıyordu herbirinde. Zarflara hiç dokunmadan iğneyi aldı. Ortasına kadar kararmış bir iğneydi bu. Daha öncede ayak tabanları su toplamış ve iğneyi mikrobunu kırmak için ateşe tutup kıpkırmızı kesilene kadar beklemişti. Her defasında aynı şeyi yapıyordu. Ama bu sefer bunu yapmak aklına gelmedi. Ya da 13 gündür boş olan tüpgazını dün değiştirdiğini unutmuştu. Teker teker patlatmaya başladı şişiklerini. Her iğneyi batırışından sonra çıkan sıvıyı halıya silerek doğruldu olduğu yerden. İnce bir sızının dışında ağrısı kalmamıştı artık. Banyoya doğru yürürken eline geçireceği ilk parayla tabanı eskimiş ayakkabasını değiştirmesi gerektiğini düşündü. "İnsanın herşeyi değiştirmeye gücü yetmiyor" dedi aynada kendine bakıp. "O halde değiştirilmesi mümkün şeyleri elimize geçirdiğimiz ilk anda değiştirmek en mantıklısı" diyerek kendi kendine konuşmaya devam etti. Tam yeni bir şey söyleyecek gibi olduysa da suratına çarptığı suyun kokusunun yorgan ve çekmeceden gelen o kötü kokuyla aynı olduğunu farketti. Biraz daha ayılmıştı artık.

“Demli bir çay çek” diye bağırdı kahveci ocağın başındaki yaşlı adama. Kendisi küllükleri boşaltıyordu diğer elinde tuttuğu mavi leğene. Daha önceden tam söndürülmemiş izmaritleri atmış olacak ki birkaç yerinde erime başlamıştı leğenin. “Rıza” dedi. “ Nasıl oldu babanın durumu ha? İş bulabildin mi sen?” Rıza sobaya en yakın masada oturmuş kahvenin kirli camından yağmurun ıslattığı sokağa bakıyordu. Kafasını azıcık çevirerek tok bir sesle “yok!” dedi. Kahveci bu üç harflik kelimedeki kızgınlığı görebiliyordu. Mahalledeki herkes Rıza'nın hasta babasıyla görüşmediğini biliyordu. Kendi de biliyordu bunu sorarken. Çok çenesiz olduğundan buna aldırış etmeden konuşmaya devam etti:

“ Askerlik işi ne oldu senin ya? Bak, işin yok gücün yok var git şu askere. Ekmek elden su gölden oğlum. Bak bir gün yakalarlarsa anarşik diye içeri atacaklar seni. Hoş öyle bir şeyini Allah var görmedik. Ee koca devlet gelip sorar mı heç bize bu nasıl biri, namuslu mu diye?"

Rıza dinlemiyordu kahveciyi. Ama bunu belli etmemek için tam bir şey söyleyecekti ki kapıdan hışımla iki adam girdi. Kahveci elindeki leğeni Rıza'nın masasının altına atar gibi bırakıp, yüksek ama normal konuşmasına biraz daha İstanbul ağzı katarak

“ iki az şekerli çek ustacım” dedi ocağın başındaki yaşlı adama. “Yanına lokum da koy”
Kahvecinin heyecanına heyecan katan bu adamlar karşı sokaktaki bankanın müdürü ve müdür yardımcısıydılar. Rıza, ayaklarına kadar uzanan kalın palto giyinmiş bu adamların sobaya kıçlarını dönüp ısınışlarını izledi. Zamanında Rıza da az şekerli içmişti bu kahvede. Hatta şekersiz içmişliği de vardı. Ama ne birinde kendisine lokum vermişti kahveci ne de böyle yüzü gülüp heyecan yapmıştı. Ocağın başındaki yaşlı adam ilkin garipsemesine rağmen bu çenesiz kahvecinin huyunu suyunu hemencecik öğrenmişti. Ses tonundan gelen müşterinin önemli olup olmadığını anlayabiliyordu. Kahvecinin ses tonuyla önemli ilan ettiği kişiler için ayrı bardak ve fincanlar vardı tezgahın altında. Eğilip iki tane fincan çıkardı. Kahvenin hemencecik hazır olmasını isteyen kahveci yaşlı adamın yanına gelip, bu kadar kısa sürede hazır olmayacağını bildiği halde “tamam mı” dedi. Boynuna attığı havludan kirli gömleğinin yakası görünen yaşlı adam bu soruya alışık olacağından hiç ses çıkarmadı. Kahveyi ateşe bırakıp birkaç yerinde küçük yamalar olan yeleğinin sol cebindeki saatine baktı esneyerek. Müdür ve yardımcısı ısınmış olacak ki cam kenarından bir masaya oturuverdiler. Kahveci koştuğu gibi elindeki küçük süpürge ve faraşla masanın etrafını silmeye başladı. Müdür yardımcısı “tozutma bırak” diye bağırana kadar aynı yeri üç kere sildi.

“Aman beyim temiz olsun buralar, siz geldiniz olur mu heç”

dediyse de kahveci, müdürün suratındaki sert ifade bir an önce durması gerektiğini anlatmaya yetiyordu kahveciye.
”Kahveler ne oldu” diye kükredi kahveci. “Hazır” diye bir ses geldi ocak tarafından.

Tüm bunlar olurken Rıza yanan sobanın da etkisiyle mayışmış bir halde müdür ve yardımcısına bakıyordu. İkisininde kalın paltoları ve parlak botları vardı. Aynı yerden alışveriş yapmışlar herhal diye geçirdi içinden. Yan masasında oturan mahallenin manavı Basri yüksek sesle “Allahasımarladık” deyip kalkmıştı. “Biz geldik diye mi yapıyor böyle” dedi müdür az şekerlileri getiren kahveciye. “Yok beyim, olur mu heç? İşi vardır. Ondan gitmiştir” dediyse de kahveci, aslında müdür ve yardımcısı geldi diye gittiğini kendi de biliyordu. Geçen Pazar günü kahve ağzına kadar doluyken Basri, bu bankanın dolandırıcı olduğunu, kendisine 1 vermelerine karşın 3 istediklerini bağıra çağıra söylemişti çünkü. Her ne kadar “Basri etme eyleme” dediyse de kahveci Basri susmamış, konuşması bitene kadar konuşmuştu. Haftada 5 kez az şekerli içen birkaç banka çalışanı için koca bir mahalleyi karşısına almayı ticari olarak doğru bulmamıştı kahveci. Ama olay birgün patlak verdiğinde en azından “ben yapma, etme dedim beyim” diyebilmek için Basri'ye karşı dirençsiz bir güç göstermişti. Bu mahalledeki insanların çoğu günlük yövmiye işlerde çalışıyordu. Kışın gelmesi onlar için işsizlik demekti. Birkaç kuruş için böyle bir şeyi cüzi bir rakam karşısında isteyen kişiye çok rahat anlatabilecek insanlar olduğunu 12 senedir aynı yerde kahvecilik yapan kahveci de çok iyi biliyordu. Rıza, Basri'nin kalktığı masadaki gazeteyi alıp karıştırmaya başladı. Bunu gören kahveci

“ bak bak, belki iş bulursun. Bak, sana diyom gezen tilki yatan aslandan eyidir. Git gez dolaş. Gazeteden iş bulmak okumuşların işi, bize göre değil”

dedi yarı gülerek.

Mahallenin geneli ilk okuldan terk olduğundan Rıza'nın liseyi bitirmiş olduğunu unutmuştu kahveci.

“ Ama dikkat et geçen haftanın gazetesidir o” dedi biraz daha sırıtarak. Bu ikinci gülüşünde kahvecinin önden iki altın dişi görünmüştü. Ağzının sağ tarafındaysa neredeyse diş kalmamıştı artık. Rıza'nın kahveciye vermediği karşılıklar kahveciyi iyice geriyor ve daha fazla konuşmaya itiyordu sanki. Öyle ya, koskoca banka müdürü bile kendisi bir şey söylediğinde cevap veriyordu. Olumsuz olması umrunda değildi. Önemli olan söylediğine bir karşılık verilmesiydi kahveci için. Rıza'da sevmezdi bu bankacıları. Birgün olsun o bankanın kapısından içeri girmişliği yoktu. Ama mahallelinin söyledikleri yetmişti kendisine. Her ne kadar kahvecinin “iyi adamlardır, kötülükleri yoktur. Ne yapsınlar onlar da yukarıdan emir alıyor” demelerine rağmen mahalleli kararını çoktan vermişti. Rıza mahaleliye inandı. Bir tek kasap Avni

“he, valla bakın bu kahveci doğru söyler”

diyerek kahveciye destek olmuştu koca mahallede. Onun durumu da farklı değildi kahveciden. Banka müdürü her hafta en az 5 kilo kemiksiz et siparişi verirdi kendisine.Özel günlerde etin kilosu artar 15-20 ye çıkardı. Banka çalışanları da arada uğrardı. Geçenlerde Avni, yeni yıl kutlaması için kendisine 8 kilo et siparişi veren müdüre hediye amaçlı, etle beraber yüklü alışveriş yapan müşterilerine vermek için hazırlattığı yeni yıl takvimlerinden bir tane göndermiş Yılbaşından sonraki ilk mesai gününde müdür Avni'yi bankaya çağırtmış. Bunu yeni bir sipariş haberi olarak gören Avni gülerek gittiği bankadan suratı beş karış bir halde ve elinde gönderdiği takvimin bir parçası ile çıkmış. Müdür, Avni'nin kendisine gönderdiği inekli takvimi “benimle alay mı ediyorsun ulan” diyerek Avni'nin gözü önünde yırtmış. Avni'yi de iyice haşlamış dediklerine göre. Avni kasap dükkanına döndüğünde elinde bir parçası kalan takvime bakıp “müdür haklı” demiş. “neymiş efendim, boz renkli inek konur mu heç takvime. İnek dediğin siyah beyaz olur. Avrupalı inek, Alaman inek o”
Rıza milli piyango sonuçlarının olduğu sayfayı açıp iç cebindeki kırışmış biletini çıkardı. Uzun uzun baktı ama yine bir şey yoktu. Aynı bilete üçüncü bakışıydı bu Rıza'nın. Üç sene önceki bir yılbaşı gecesinden önce gece yarısına bir iki saat kala seyyar satıcılardan birinin “son bilet abi, belki sana çıkar” diyerek sattığı biletti cebinden çıkardığı bilet. Ne o gece büyük ikramiye Rıza'ya çıkmıştı ne de seyyar satıcının Rıza'ya verdiği bilet o gece sattığı son biletti. Rıza şaşırmıştı yine kendisine büyük ikramiyenin çıkmamasına. Halbuki amorti bile yoktu. Olsa bile o bilete yasal olarak ödül verilmeyeceğinin de farkındaydı. Ama şaşırıyordu. Sabah ki kokuyu anımsadı. Yorgandaki, çekmecedeki ve sudaki kokuyu. “Ne zaman dinecek bu yağmur” diye geçirdi içinden. Soba kızılcık gibi olmuştu sıcaktan. Yaş kütüğü tutuşturduktan sonra üzerine önceden poşetlenmiş kömürlerden bir poşet atmak böyle olması için yeterliydi.
“Allahsız bunlar müdürüm” diye bağırdı müdürün yardımcısı. Rıza irkildi. Kahveci kahvelerin kötü olduğunu düşünüp ocağın başındaki yaşlı adama pis bir bakış attıktan sonra masalarına doğru seyirtmeye başladı. Müdür bile şaşırmıştı buna. Sonradan mahçup olduğunu belli eder bir ses tonuyla “insan hiç askerden kaçar mı müdürüm ya? Vatan borcu değil mi o. Dedelerimiz bunlar için mi öldü?” Durumu anlayan kahveci yarı yoldan geriye doğru dönüp bahaneyle bir iki odun attı sobaya. Kahve kötü değildi sonuçta. Bunun için bağırmamışlardı. O halde kahveci için herşey yolunda demekti. Bunun rahatlığıyla “bu da benden olsun” diyerek bir odun daha atıverdi alev topuna dönen sobaya.

“Bunlar bir şey mi” dedi müdür. “Şimdi vicdanı red diye bir şey çıkarmışlar. Bunlar Ermeni dölü Haluk. Neymiş ben askere gitmeyi vicdani olarak doğru bulmuyormuşum. İnsan öldürmek günahmış. Onlar insan mı be terörist! Terörist! Bunlar ülkeyi bölecekler Haluk gör bak.”
“Namussuz bunlar beyim” diye bağırdı sobanın yanında duran kahveci. Ne müdür ne de yardımcısı dönüp bakmadılar bile kahvecinin bu sözüne. Yalnız Rıza bakmıştı kahveciye ve bunu gören kahveci de Rıza'ya “sen hariç” deyivermek zorunda kaldı. Müdür askerliğini komutan şoförü olarak İstanbul'da yapmış ve askerliği boyunca hiç üşenmeden kaç kere direksiyon başına oturduğunu saymış ve ailesine keyfinin yerinde olduğunu, kendisi için tasalanmamaları gerektiğini yazdığı mektuplarında belirtmişti:13.

Müdürün yardımcısı ise askerliğini askeri hapishanede yapmış disco diye tabir edilen yerde dövmeli ve komutanın onay verdiği askerlere etmediği işkence kalmamış biriydi.Hatta birkaç kere işkence ettiği askerlerden birkaçı şikayetçi olmuş. Ama her seferinde salıverilmiş tekrardan. Bunları övüne övüne anlatırken yumruğu hep sıkılı dururdu müdür yardımcısı Haluk'un. Şimdi de sıkılıydı. “Bunları asacaksın müdürüm!” dedi yine bağırarak. Rıza sabahki kokuyu duydu yine. Ama bu sefer tam olarak nereden geldiğini kestiremedi. Müdür yardımcısı Haluk gazete okuyan Rıza'yı hiddetli bir şekilde işaret ederek

“bak orada işte dedi”

gazeteyi biraz aşağı indiren Rıza iri işaret parmağının kendine doğru dikildiğini görünce tedirgin oldu.

“Yazık değil mi müdürüm şu gençlere? Sarmışlar tabutları yine şanlı bayrağa?”

Rıza olayın kendisiyle ilgili olmadığını anladığı anda dizlerindeki küçük titreme kesilmişti. Gazeteyi bırakıp hemen çıkmak istedi yinede oradan. Gazeteyi masaya bıraktığında gazetenin ilk sayfasında bayraklara sarılmış tabutlar ve çoğunluğu kadınlardan oluşan ağlayanları gördü. Neden ölmüştü bu insanlar? Bu koku nereden geliyor? Ne zaman diner ki bu yağmur? Rıza üşümüşcesine ellerini biraz ovuşturduktan sonra parkasının yakalarını iki yana kaldırıp hızlı adımlarla çıktı kahveden. Yine bir yere yetişecekmiş, sanki bir işi varmış gibi acele ediyordu. O kadar hızlı ve selamsız çıkmıştı ki kahvenin camına bayrak asmaya çalışan kahveciyi görmedi bile. Durumu fark eden kahveci biraz içlenmiş ama müdürün “iki az şekerli” işaretini görünce unutmuştu her şeyi. Rıza ertesi gün uyandığında yağmur hala yağıyordu.

23 Kasım 2012 Cuma

Mayıs Olsun

bu ülkenin dağınık girişinde sevdik Mayıs'ı
en güzel yerlerinden sevdik deseni ve renkleri.
bu büyük kilerde biz
sebzeler bir yana, meyveler bir yana
özlemekten sevdik yetişemediğimiz her ne varsa.

baharat koklattık eğilip baygın günlere
benim ellerimde sarı bir attı azat ettiğim
koştuk
çok hırpalanmış bir nal gibi hayatın duvarında
oyulduk... oyulduk... oyulduk...

sütün kestiği gecelerde yükselirken kavga sesleri
onlar Çankayalı
bizler ya Hopa ya Şemdinlili
copla yıkılmıyor bazı insanlar
bazı hücreler dünyanın en özgür yeri.
ama annemiz buzdolabının kapağını açarken kanser
babamız 10 sene önce kurutulmuş rakı masasında uyuyor
kardeşimiz sokağa çıkacak velhasıl sol bacağı hala askerde
kaçak hüznümüz, şiirlerimizin üstüne yıkılıyor.

yokuş aşağı sevdik biz Mayıs'ı
sıkılı bir yumruk gibi yarının suratında
dudaklara ve sevgiye yenilerek
yıkandık sabrın gölünde

şimdi saçlarımız uzun ve kulağımızda küpe
işe başlıyor karanfiller
eski bir tüfekte.








 - Akköy Dergisi'nin Kasım sayısında yayınlanmıştır.

12 Ekim 2012 Cuma

Deep Turtle


DEEP TURTLE

“savuruyor hüznün portakal içi saçlarını – ne ayıp”
gibi doğruldum gecenin beni serdiği yerden.
çünkü ben seni çoktan unuttum.

Bukowski işerken  dilim sahipsiz bir köpek gibi korka-korka, alelacele
bir rüzgar altını alırken alkolün kokuşmuş, artık çok olmuş elleriyle
beyitler pişirdik Hayyam’dan
henüz on dokuzunda bıçaklanmış beyitler pişirdik,
sol açık dudaklarına.

tuttum, ayıbımı örttüm turuncu bir tülün muazzam yokluğuyla.
eğdik başımızı adımlarımızın tersine doğru,  bize çok uzak şeylerin akşamında;
----- mutsuzluk cinsel ilişkiyle bulaşmaz
ancak, insan sızdırır onu  bir başka insana.
ve sızıyor konuşmanın ortasında akşamdan kalan her ne varsa;
ellerin, güllerin.
telaşında gül olmanın
ağırdı yükü koynunda çok sabah
zengin ülkelerin kapısına bırakılmış bir halk gibi uyanmanın.

manası yok aslında kutsal kitaplara kalırsa
seni burada severken bir başka kadında ıslanmanın
anlatmak istediklerini kendi vücuduna çizen yapayalnız bir taş devri genci gibi uzak
uzaklara bakmanın
ilkel
V dövmeye benzeyen bir yanı var kabul , seni böyle rengarenk unutmanın.

bu kocaman kadınların dünyasında küçük, küçücük bir elektrik akımıydın sen
rujların ve mektupların kestiği dudaklarını
çocukluğumu kanlar içinde bırakan kalbimi yerinden oynatabilecek kadar yüklü
sana meyvenin yamacından sesleniyorum ellerimde uçsuz bucaksız bir  leyleğin kanı
ciğerin kahverengi dehlizlerinde yankılanıyor adın. sözümü tuttum. ben seni çoktan unuttum.
acıya bir konu değil bu unutma. bir tema değil. bir fon değil
bir şehir efsanesi sadece sevgililerinin alt geçitlerini kullananların bildiği.
seni böyle unutmanın imanı yok,  seninle sevişmenin dini.
beni anlayacağın günler de gelecek
bir gün acıya evlatlık vermek zorunda kaldığında kalbini.

ben seni tekerleğin icadından önce sevdim, henüz on dokuz yaşındasın.
Candy yarasına işeyen iki roman hayvanı şimdi mutluluğun hafızasını inciten.
hatırlarken senin sevdiğin parçaları,
tek bir yara iki kişiye bırakılan büyük bir iz oluyorsa eğer başka kollarda
ve onları son ses çalmak gece yarısı az açık pencerelerinden girdiğim hayatlarda,
ağlaya zırlaya rahatta dinler seni tüm şehir.
tükettik hayvanları, sevgiyi de tükettikçe
kendimi senden aşağı attım. kaburgalarının altına süpürdüm mutsuzluğu
zilsiyahtım! kapkara!
seni nasıl unuttuğumu anlatıyorum canlı yayınlara bağlanıp – kalbini vermek istemeyen seyirci-
seni nasıl unuttuğumu ezberletiyorum göğe değen  tüm ağaçlara
“kan” kelimesinin altını jiletle çiziyorum bütün cinayet kitaplarında.
çünkü biliyorum
bizim acılarımız bile Kant okuyor sevgilim, iyi bakarsan yaralarımız  tahsilli.
her şeyi.
her şeyi anlattım onlara…

öldüğün gün Allah
bütün tabiatı sözlüye kaldırdı seninle ilgili.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Rönesans Papatyası


yürüyorsun upuzun sessizliğinde ellerimin
tanınmaz hale gelmiş bir ağıt bu göğsümde ağlayan.
bu özlemek ki ikimize de yeter
bu acı ki kendimin;
bir evin yıkılması gibi üzerine bir ailenin
bir papatyanın devrilmesi gibi üzerine bir arının

beni çok üzdüğünü bilmeni isterim.


aklımda kalacak kadar zamanı olmuyor gözlerinin.
ne çok şey kaybettik hiçbir yara almadığımız savaşlarda
dudaklarım bir teselli ikramiyesidir belkide bu yüzden sana.
üfeleyerek mor bir zerdalinin denize açılan sırtını
kırlangıç ölülerine basarak istersen çıplak ayakla,
adımı, alnımı ve kalbimi
ve kalbimi sana bırakıp giderim.

posta arabası devrilmiş bir atın derin-derin hüznüyle
beni çok üzdüğünü bilmeni isterim.


yürüyorsun upuzun sessizliğinde ellerimin
kalbimin bomboş midesiyle
uyuya kalır gibi en güzel yerinde seni özlemenin
adına şiirler yazdım
adına şekerler, meyveler dağıttım.
seni sevmenin bacakları güzel
seni sevmenin gözleri...


kötülüklerle dolu bu dünyadan korumak için seni
üzerine her şeyimle kapanmış bir kapıyım.
sürekli senden yana tekmelenmiş,
senden yana gururu aşağılanmış.
söz akmıyor insandan dili donduğunda
başımızın üzerinde yeri var - söz bulutu.
ve Sylvester, bütün anahtarları yine yuttu...

mutluluğun denize kayısı olmalı senin
çekiyorsa canım tükeniyorsa ciğerim...

beni çok üzdüğünü bilmeni isterim.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

George Orwell 1984 ve AKP

"Miting anayasal bir haktır" dedikten sonra bunu yapanlara kurşun ve gaz bombası ile saldırmak

Kadını istismar eden Müslüman düşünce sisteminde bunu kabul etmeyip 'cennet annelerin ayakları altındadır' diyerek karşılık veren idarecilerin kadını döven polisleri daha yüksek mevkilere ataması, eşlerini öldürenlere sürekli hafifletici sebeler uydurup az ya da hiç ceza verilmemesi, tecavüz edenlerin değil tecavüze uğrayanın suçlu bulunması,

"Parti kapatmak demokratik değil, biz buna karşıyız" diyerek gözümüzün içine baka baka kck başlığı altında BDP'ya karşı uygulanan tasfiye, gücünü kırma ve modern kapatma uygulamaları

İsrail tanklarına sapanlarla taş atarak karşılık vermeye çalışan çocukları göz yaşları içinde alkışlayıp Güneydoğu'da ki silahlı polislere karşı taş ile direnen çocukları terörist başlığı altında değerlendirip bir yerinden yasalar uydurarak gençliklerini değil, çocukluklarını elden alan hapis cezaları uygulamak

"Eskiden Kürtçe konuşmak bile suçtu. Biz Kürtçe kurslar açtık. Kürtçe tv kanalı çıkardık. Kürtçeyi seçmeli ders yaptık " diyen başbakanın olduğu bir ülkede Kürtçe savunma talebinin "bilinmeyen dil, olmayan dil" gerekçeleriyle kabul edilmemesi ve hâlâ birilerinin kalkıp bilinmeyen bir dilin kursu, kanalı ve dersi nasıl oluyor diye o başbakana sormaması


"Parasız eğitim istiyoruz" diyen öğrencilerin akılalmaz, vicdanalmaz bir şekilde yıllarca içeride tutulması, puşi takan öğrenci hakkında bunun suç sayılması bir yana, cinayet işleyen birine nazaran daha fazla hapis cezası istenmesi


Milletvkili dokunulmazlığını her dönem saçma bulup kaldıracaklarını söyleyenlerin bunu hiçbir zaman gündeme almamaları ve nedense bu dokunulmazlığın BDPli vekiller için herhangi bir geçerliliğinin olmaması


Van'da meydana gelen deprem sonrası sosyal medyada hayvani duygularla ortaya çıkan "iyi oldu, hoş oldu, Kürtlere ölüm" elektriklenmesine hükümetin de dolaylı yoldan değil doğrudan uyup üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ mağduriyeti giderememiş olmasına aldırış etmeden Suriye'den kaçan insanlar için çok kısa bir süre içinde mükemmel konteynırlar hazırlaması ve "duble yol" ayağı


Hiçbir kanunu nizamı bilmeyen sıradan bir insanın bile bu işte örgüt var dediği Hrant Dink cinayetinde savcının kalkıp "benim de vicdanım sızlıyor örgüt var ama delil yok" demesi ve medyanın bunu AKPnin hazırladığı metinlerle servis etmesi – Ogün Samast ile hatıra fotoğrafı çektiren polis memurunun terfisi sonucu cumhurbaşakının buna "kızması" "yüreğim el vermiyor" (yerseniz) diyerek farklı bir bölüme terfisini istemesi -

Başbakanın otobüsünü taşladılar diye Hopa'da ciddi anlamda bir devlet terörü estirip bir çok genci içeri alıp; savcının hazırladığı iddianemede "Evlerinde yapılan arama sonucu bir adet kırık kırmızı şemsiye ve nüükler enerjiye hayır broşürü bulundu" gerekçesiyle terör örgütü üyesi olmakla suçlayıp "bu örgütün adı ne peki" diye soranlara savcının verdiği ağlanacak "gizli örgüt" cevabı




RedHack'la mücadele konusunda çaresiz kalıp en sonunda yüzünü görmedikleri, yerini bilmedikleri, insan öldürmemiş, hırsızlık yapmamış, kimseye tecavüz etmemiş en önemlisi sanal bir oluşumu "orak çekiçten oluşan bir logosu ve bir manifestoya sahip olmasından dolayı terör örgütü" sayarak dünyadaki ilk sanal terör örgütünü varetmiş olmak


Suriye tarafından düşürülen uçakla ilgili günlerce süren tartışma programları, günlerce medyada cereyan eden "savaş" çığlıklarını her açıdan en ufak noktasına kadar irdeleyen hükümet ve medyanın ve hukukun Roboski katliamı ile ilgili olarak yarım yılı geçmiş olmasına rağmen en ufak bir sesinin çıkmaması ve bunu gizli gizli örtbas etme çabaları – yarım yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen 35 kişiyi öldürenlerin değil sadece valiyi dövenlerin suçlu bulunup hakim karşısına çıkarılmış olmaları


"ülkede bürokrasi sorunu var" dedikten sonra kadrolaşma işini cemaat içinden öğrenci seçecek şekilde son sürat sürdüren hükümetin binlerce gencin umudu olan KPSS sınavını dalga geçer gibi sürekli "temiz" diyerek sabote etmesi ve başbakanın konutunda başbakan ile görüştükten sonra AKP adına çalışmaya başlayan medyanın bunu sürekli gizlemeye çalışması ya da hiç haberini bile yapmaması.


6-7 polisin tekme tokat dövdükleri kişilerden şikayetçi olması ve hastaneden kendileri için aldıkları aldıkları "parmağında incinme var, kolunda çizik oluşmuş" raporları doğrultusunda ilk davanın dövülen kişilere açılması


4 kişilik bir ailenin açlık sınırı bin 40 lira 22 kuruş, yoksulluk sınırı ise 2 bin 787 lira 95 kuruş (haziran 2012 rakamları) olduğu bir düzende hâlâ kimsenin kalkıp 701,44 TL lik asgari ücretle 1 ay nasıl geçinilir diye başbakana ve cumhurbaşkanına sormaması(başbakan canlı yayınlara çıkıyor, gazetecilerin sorularını yanıtlıyor ama soran yok. Cumhurbaşkanı internet üzerinden kendisine soru sorulması için sayfa açtırıyor ve insanlar akşam ne yersiniz, parfümünüzün markası ne, alışverşe çıkar mısınız diye soruyor. Cumhurbaşkanı bunları hep cevaplıyor. Bizzat kendim hasta tutuklular için sorduğum hiçbir soruya cevap alamamıştım.) ya da milyonlarca çalışanın bunun için sokağa dökülmemesi


Eskiden DGMler vardı. İşi sosyalistleri yargılamak olan bu mahkemeyi Kürtler çok ziyaret etmek zorunda kalmış ve hak savunucusu olan İsmail Beşikçi'nin oradan çok hakim ve savcı emekli etmiş olması ve bu mahkemenin 2004 yılında demokratik olmadığı gereççesiyle AKP tarafından kaldırılıp 2005te yerine Özel Yetkili Mahkemeler'in açılmış olması, daha sonra görüldü ki bu özel yetkili mahkeme'nin DGM den tek farkı sadece isminin değişmiş olması ve geçimini Kürt bölgesinde sağlaması


Sivas katliamının zaman aşımına uğradığını duyduktan sonra Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “Çok şükür otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir.” açıklaması ile Tayyip Erdoğan’ın “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun.” gibi bir açıklama yapmış olması ve katliamla ilgili olarak "kırmızı bültenle" arandığı söylenen bir numaralı sanık durumundaki Refah partili meclis üyesi Cafer Erçakmak'ın, Sivas'ta kalp krizi geçirerek öldüğünün ortaya çıkması



Devletin organı olmak istemeyn KESK'in mücadele ruhunu şiddetle kıramayacağını anlayan başbakan'ın tv lere çıkıp doktorlar, öğretmenler na yapıyor ki, bir de aldıkları paraları beğenmiyor" gibi açıklamalar yaparak düşünme yetisini kaybetmiş toplumu gaza getirip bu meslek guruplarını hedef göstermesi ve akabinde ortaya çıkan doktor-öğretmen dövmeleri, bıçaklamaları ve medyayı da bu yönde kullanma mücadelesi ve nedense işi en basit olan memur durumunda bulunan imamların bin 500 tl den fazla olan maaşlarıyla ilgili olarak tık sesinin çıkmaması




Bu liste uzayıp gider. Burada yazanları ben söylemiyorum. Burada yazılanlar George Orwell'ın 1984 isimli romanında fazlasıyla yer alıyor. 1948 yılında yayımlanmış olan bu kitap bu günlere ayna olmuş.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

h a f i f r o m a n


       Yıkılmışsın. Üzerine devrildiğin duvar meğer ne çok şeymiş çiçekler için. Bitkiler bitti. Su kurudu. Vazo kalmış bir tek odanın ortasında. Üzerine devrildiğin duvarda birkaç poster duruyor ilk gün ki gibi S.O.A.D, ilk gün ki gibi Metallica. Zaman geçti. Sevdiğin herkes, sen onları çok sevdikten sonra parayı icat etti. Serj'in, o annesinden ekmek isteyen bir Anadolu çocuğu gibi çıkan içli sesi eşliğinde dağıldı S.O.A.D. Metallica çok zengin oldu. Kalabalık kurudu. Bir tek sol anahtarı duruyor şimdi geçmişi gösteren ellerinde. Gece yarısı anarşist avına çıkan ülkelerin giriş kapısını açmaya yarayan.


          Yükseklerde ölmeyi hepimiz istiyoruz. Ama senin sırf bu yüzden gidip bir sarmaşıkta işe başlamanı benim gibi her piç anlamayabilir. Çünkü ben senin linç edilmiş hayalinim, mosmor bir incirin terasında. Çünkü ben senin her yerini öptüm. Her yerine bir işaret bıraktım bir sabah Afrika'da uyanırım korkusuyla. Yanımı boşver. Yanlarımı boşver. Nasıl olsa o böbreği bir gün alacaklar. Birkaç karton sigara ve sayısız prezervatif karşılığında. Buz dolu bir küvette uyanacağım bir sabah, daha önce hiçbir filmde bu sahneyi görmemiş gibi. Kameranın odak noktasına bakıp çok acı çekiyormuş gibi yapacağım dikişlerimi okşayarak. Sonrası şu; biraz daha yavaş seveceğim seni, biraz daha öksüreceğim biraz daha yorulacağım. Seni sevmekten yorulacağım hepsi bu.


        Yarın ne olacağını elbette hepimiz biliyoruz. Yine gazeteciler tutuklanacak. Öğrenciler coplanacak. Maaşlar değişmeyecek. Bizim asıl sorunumuz dünü unutmak. Dünü unutturup, her günü yeni bir günmüş gibi yaşatmaya çalışıyorlar bize. Yeni bir gün yeni şeyler için para harcamak anlamına geliyorsa eğer kapitalizmde, düşünmeliyiz. Arkana dön bak! Nasıl harcadık o kadar insanı. Nasıl ufalandı ardımızda bıraktığımız zaman. Halbuki ne güzel seviyordun beni, Ortadoğu'dan Washington'a kadar işerken ben. Halbuki ne güzeldi Tel Aviv'in en işlek caddesinde çırılçıplak uyanmak seninle bir sabah iki Filistinli gibi. Burada vereceğimiz tepki Woody Allen'a göre yetişkin olup olmadığımızı gösterecek bize. Bunları geçelim.. Bunları geçelim.. Gerçeğe gelelim: Seni böyle sevmek, gençlikle yaşlılık arasında sıkışmış, geçimini hayvanımla sağlayan bir köyse ve ben kesilmiş vajina ve meme uçlarıyla dolu bir küvette uyanıyorsam eğer bir sabah, bil ki kötüyüm bil ki çok çirkinim; bil ki çok ağlamışımdır insanlar mutlu olduğunda. Oysa ne güzel şeydi kucaklamak seni alkolün geniş kollarıyla. Uzanmak Güneydoğu'da panzerin üzerine boylu boyunca. Dudaklarım sökülüyor iskeletinden. Beni Mississipi'ye gönderiyorlar seni Nil'e. Balık tutacağız unutmak için. Birbirimizi unutmak için balık tutacağız.


           Sonuçta sen hiç bir zaman bir peri masalı yaşamadın. Mutsuzluğun ne olduğunu en iyi bilen kadın sensin belkide bu yüzden. Sinekten ya da uçan diğer böceklerden ne farkı vardı ki perilerin, bir bar çiçeğine konmamaları dışında? Mutsuzluğunu mutluca yaşıyorsun sen. Dünyanın en komik şeyi; karşında durup, CD çaların play tuşuna bıcağımla dokunarak çalan ilk Nick Cave parçası eşliğinde kendimi doğraya doğraya parçalara ayırmamdır senin için. Gidip bir ülkeye başbakan olsam günlerce ağlayacaksın belki de. Sen bir çiçeğe işlenmiş insan silüetisin bu yüzden. Kötüsün. Çirkinsin. Korkunç bir makyajsın yeryüzüne çizilmiş. Her gece bir şaraba üzüm doğrarken uçurumlarımdan aşağı itilmiş. Ne güzel öperdin beni, ben tirenlerin altında kalırken. Ne güzel okşardın zebraları, biz suyu korku ile geçerken.


           Çirkinim benim, şapşalım; bu yaranın altında gömü yok. Daha önce bir başka sevişme uğruna terk ettiğim kadınların kemikleri, saç telleri ve iç çamaşırları var. Bu da aklımın çeyizi olsun, sen onu mutsuzluğuna kaçırırken.


25 Mayıs 2012 Cuma

İnce a'dan Şapkasını İsteyen Kadın: Fragaria Vesca


En çok, bir denizin güvertesinde kırılırdı kalplerimiz Vesca
seni orada ne zaman öpsem,
mandalina kokardı şaraplar.
her kaçışında adımların uzaklaşan bir atın nal sesleri gibi kızgın
ve biraz daha paytak.
sedef sertliğinde geçen soğuğun, incitirdi.
incinirdi göğüm alabildiğine.
incinirdi ishak.

Gözlerini seviyorum, evet.
ama ben senin en çok cinayet mahalline vuruldum.
delilleri toplamak için eğilişine,
yerdeki ayrılık izini silerken çıkardığın gözyaşı sesine,
ben o tedirginliğe vuruldum.
üzerimi örtmeleri için bilerek unuttuğun isimsiz aşk mektupları
savrulurken çoktan uzaklaştığın sokaklarda
ben en çok, kalbimin yerini biliyor olmana vuruldum.


İnce a' dan şapkasını istemeye benzemiyor yağmurlar Vesca.
daha kıvrımında sabahlayacağın yumuşak g' ler var.
kan kokusu var daha balıkçı düğümü ellerimde.
ustanın çırağına söylemediği üç şey gibiydin;
öğrenilmemiş,
paylaşılmamış,
ikinci bir fikre yerleşmemiş.
gittin!

İsmini bilmediğim şehirlerden,
ellerime kadar uzuyor şimdi boynundaki floş.
mevsimler ormanda öpüşüyor.
hayâl;
biz de bir sokranın gölgesinde.
eyyyy gülabdan!
sen söyle;

"Neden her seferinde bu kadar çok özleniyor giden?"

Oysa kimse kimsenin bir şeyi değil
herkes hâlâ görünürde münzevi.
saçların hep dağınık kalacak o şehirlerde Vesca.
bir cesedin etine saplanmış halde gömüldü
o çok sevdiğin firketen.

İnan artık hiç sabah olmayacak
takunya sesleriyle uyanacak mezarlarından ölüler.
bir flânel üzerinde devlet tarafından isimsiz bir matbaada basılacak
açık bırakılmış bir ev telefonu gibi hayata hep meşgul
hayatı hep meşgul yaşayan gençliğimiz.

Ellerini seviyorum Vesca,
ama ben senin en çok yüreğimi söke söke gidişine vuruldum.
bir hedef tahtası oldum,
örümceklerin büyüyüp kader olduğu masallarda.
her masalda bir sindirella var sandım çocuk gibi
geri aldım şehirdeki tüm saatleri, tüm masalları.
bir çift kunduraya vuruldum.
seni benden başka bulabilecek bir prens yokken
arabanı çeken atların ayağı kırıldı o gece.
benim de kalbim.
onlarla birlikte kör bir köşede vuruldum.



Delikdeşik göğüm,
sular yükseldi.
boyum Vesca , adının son harfi kadar.
yani bize kalan, bozbulanık bir ölüm.
biraz terk edilmişlik meselesi.


Tek farkımız,
sen mezar taşımda "sebeptir" diye adını görünce,
mezarlığın orta yerinde mutluluktan havaya uçan bir cephanelik / sağ.
bense, firketeni kullanarak gizliden cennetin kapısını açmış
başında sarı halkası, elinde liriyle kalpsiz bir adam / ölü. 

Karanfilin Olmayışı


büyük avlularda,
güzle gelen sesler olurdu bir zaman.
orada yola düşmüş sahipsiz bir surat gibi sefil,
içli şarkılar gibi içlidir, yaşamak
inceden inceye karanfil.


o kadarız ki yani biz şimdi seninle,
şimdi o kadarız ki
bir yaprağın sırtına uzanmış göğü seyrediyoruz.
başakların uykusunu bölüyorsa eğer
sapsarı bir traktörün tekeri,
teknolojiye yeniliyoruz.
artık her çocuk
tebeşir tozunun öldürmediğini bilecek kadar cin.
ve erimeye başlıyor nenemin elinde
avuntuya benzeyen akide şekeri.


hem büyük avlularda
fakirin yüzü soğuk oluyor lale.
var git, üşürsün.
açma bu yerde.
bir zaman sonra çünkü
-elin başı kaşımaya doğru kat ettiği mesafe olup-
inciniyor insan.
istese de, istemese de.

var git!
yabancı bir toprağa sığın.
kendi yüreğinden uzak esen bir rüzgar gibi
naif ve ağlamaklı.
tamam;
insan gündüz her şeye alışıyor da,
peki neden geceler bu kadar farklı?


dersin.
gök gürlüyor avucumda.
çukur,
suyu görünce göl
suya doyunca deniz oluyor ancak.
ama hiç durmuyor aklımda,
karanfilin olmayışı.
bir güle yaslanmadan ölmek.
lale,
vesaire yokluk...

büyük avlularda kimse seslensem,
ardı boşluk. 

R a k ı n ı n M a n i f e s t o s u


I


Hadi söyle.
Onlar biz değildik biliyorsun.
Onların üniformaları, apoletleri vardı.
Üç kişiydiler.
Üç şeydiler:
Uluorta vuruyorlardı makam-ı buseyi.

Söyle kimdi onlar.
Bir tek sen gördün,
bir tek sen biliyorsun çocukluğumdan yadigar bu iltihaplı trajediyi.


II

Gittiğimiz bu yol felç gibi müstakil, bir acıya iniyor.
Az önce eski bir hayattan geçtik,
daha doğmamış çocukların bile dahil edildiği bir oyundan...
Kaderin cilvesinden aşağı inerken sadece,
eski bir aşkın kapanış bilançosu ve biraz şarap vardı yanımda.
Sen biraz prezervatif al, biraz rüzgar.
Sonra beni iyi izle.
Sonra gökyüzünü iyi izle.
Bak nasılda ayrılık çığlıkları atıyor altımda!



III

İsterim ki sesime değsin isteğin hissi.
Aman gülmeyesin bana küçük burjuvam.
Bir mırıltı ki o kulaktan sekip kalp zarını deler:

Kalk gidelim dağlara
Tütün kokan ovalara...

...
Oy Adıyaman, Oy yolu yaman.

- Şimdi öpebilir miyim seni?

Evet.
Gittiler.



IV

Umut dediğin nedir ki Mısto?
Eli mahkum affeder!



V

Evcilleştirilemiyormuş hiçbir acı öğrendim.
Her şey öyle hızlı değişiyor ki bu filmde
Örneğin kendini ağırdan satıyor diye
herkes köylü kızına vurgun.
Ama şoför her gece büyük hanımla yatıyor.
Sonra aşçı...
Ne gelin görünüyor ufukta ne de kelin,
ar damarı çatlak bir bacak arasına düşünce fesin.
Şimdi bir günah gibi peşindeysem eğer,
kitabıma söv!
Peygamberime kız!
Benim dinimde kıblem senin sesin...



VI

Toplu taşımadayız beyler
Toplu bir katliamda.
Önümüz bayram, önümüz kurban.
Bacak aralarından çıkarıp başınızı
kesin şu bananeciliği
şu insanlığı sağır eden sesi!

Görmüyor musunuz; hiç durmadan yeni bir onur eziyoruz trafikte.
Ve küçük burjuvam korkma,
puşt gibi döker kendini şimdi insanlığın fikrine dipçiğin derisi...



VII

Ah ne bitmez uzatmalarmış bunlar.
Son dakikalara bir aşkı sığdırabilecek kadar diriyiz hâlâ.
Bit dersen bitebilirim:
Eski bir hakem düdüğünün sesi var sanki sözünde.
Bacak arandaki bu çayırda kuşlar yok artık güzelim.
Kargalarla beraber onları da kovaladılar.
Orada kasti tekmeler var,
kırmızı bültenler...
Renk renk kartlar uçuşuyor gökyüzünde!



VIII

Sosyalizme bir sır:
Aslında biz hep kaybetmiş sayılacağız,
ibne hakemin o taraflı zihninde!



IX

Geçtiğim her sokağın başında bir kadın.
Acıdan yapma bir kadın...
Ah Ameli derdim senle değil, inan,
acıtan yine kadın!



X

Çocuklar ölü.
Vatan selamet.

Havada egzama
Havada kıyamet!



XI


Amannnn yağlı ayrılık...
Değmesin.
Dikkat!



XII

Hiç durmadan bir kalp dolusu umutsuzluk boca ediyorum üzerine.
Sayısız tırtıl kanatlarına kavuşuyor diyorsun ne güzel.
Aç kalmış çocukların feryadını pudrayla kapatmayı bırak artık Ameli
Sen beni dinle;
çok para veriyorlar diyorum mutluluğun kellesine..
Hrant sırtındaki kurşunlara alıştı.
Musa Anter'de öyle.
Hala ekmek hasreti gibi duruyor Türkiye Ahmet'in gövdesinde.


Ah Ameli, küçük burjuvam...
Gözyaşların o kadar boşa ki
Çünkü öldürmeden siyaset yapılmıyor güzel ülkemin o güzel sesinde.




XIII

Öldürmek istiyorsan beni aç bırak.
Şımartma silahı.
Zahmet verme tetiğe.
O zaman nefesim bir memur gibi kokuyor.

Ah tüm sapkınlıklarıma sebep Ameli;
ülkemde bazı aşklar faşist oluyor.



XIV

Çocuk diyor ki;
Benden ne istersiniz. Ben zaten bir deri bir kemik.

Annem ekmek diyerek öldü.

Sen biliyorsun:
Açlık sınırındaki mayınlara kaç şehit verdik Ameli?
Dünyadaki tüm kara mayınları toplanmaya devam ederken
onlar neden oradaydı?
Sen biliyorsun hepsini Ameli...
Dünyaya küfür
sana dipdiri bir aşk bıraktığımı söyleyeceğim son nefesimde.
Konuş Ameli...


Annem ekmek diyerek öldü.


Aç bir çocuk diyor ki;

Eyy güzel tanrım, cennet şimdi annemin neresinde!



XV

Ah Ameli...
Ben babama kızıp geceye yandım.
Sen sevdalı külüme yetiştin.



XVI


Görüyorsun değil mi sevgili okuyucu;

21. Yüzyılın rakı masasında ne devlet kurtarılabiliyor ne de bir aşk! 

m ü z d e l i f e





kimse bir şehirde sokak lambaları kadar yalnız değildir.
hele bir de ışıkları yanmıyorsa.



kalbinin rakımı düşük yamaçlarından bir aşk tırmandı
yüreğimin engin doruklarına doğru.
elimde bir tabak özlemek,
kalbine yatılı misafir geldim.
kırmızı bir kar düştü dudaklarıma göğün yırtık cebinden.
uyuyordun.
köprü ve viyadüklerden önce titredim.


bitmeyen bir heyecan azad etti doğaya
rengini karanfilden alan güç.
Çilek bahçelerinden geçtim, sersefil.
bir görmek vardı,
yanık telleriyle koca bir yalnızlığı aydınlatan kemanı.
bir duymaktan da ürkünç.

gözlerin için yaşamış bir hayat bırakıyorum eşiğine her sabah.
gözlerin için yazılmış birkaç balad bırakıyorum eşiğine
sarhoş bir yıldıza tutunup, onun aydınlığında.
kulağına tırmanıyor etimden kopmuş son gök cismi.
yüreğe aşk diyor.
yüreği aç.
aşk, paspasın altında.

karın üzerine uzanmış fırtına hoplatıyor içimdeki cereyanı /
aşk-ı refleks!
çoğu kez dalganın karaya vurduğu gece gibi yaralı
sular çekildikten sonra daha bir Sevdalı.
kalabalık bir konçertodan aşağı bırakıyor kendini heves.


doktorun kapatmaya çalıştığı bir ameliyat söküğüne karşı duyduğu platonik endişenin
içini kemiren bir ur gibi yayılıyorum şimdi tabiatın bedenine.
ansızın, dupduru bir şafağın varlığından söz açıyor ayna.
gör işte!
hastayım sana!
ve artık bir ada boyu uzağız suyun bize küs ağırlığına.
bir daha hatırlanmayacak olmanın endişesiyle,
şarjörüne doldurduğu mutlu bir masal sıkıyor kalbine,
cepheden kurtulan o son hatıra.
bizimle birlikte dönüyor cennetin o ılık ellerine,
tasavvuf yorgunu, yemyeşil bir mevlana.


Sevda,
kimse bu şehirde bir peygamber kadar yalnız değildir
kendisine inen kitap, aşk kokuyorsa.
 

" Serbest Vezin Sembolik Şizofreni "


Hâlâ anlayamıyorum; üzerime boşalttığın şarjörden ağzı kulaklarında çıkan tavşanların 
beni teğet geçip, dikkate almamasını.
Öyle güzel hazırlamıştım ki kendimi oysa,
öyle güzel ölecektim ki;
sırf ıska geçme diye bu ömrü, 
elleri kınalı bir geçmiş sürdüm boynuma!




Susuz bir ırkın hücre çeperini yırtıp da geldim,
içinde bol sulandırılmış rakı ağaçlarını saklayan bahçeye.
Beni gözünde yaş,
yüzünde anlayışla karşıla.
Beni bağışla!
Beni bağışla çünkü çok sek içtik,
yüksek viteslerimizle ilerlerken yatakta;
bir önceki arabadan aldığı rüşveti daha cebine atmamış,
görev başında bir polis memuru ezdik!
otoban çizgileriyle beraber
bir genç kızın seksek çizgilerini ezdik!


Bir gün Fizik hocamı hatırlamak isteyip
kendimi negatif elektrikle çarpmaya kalkarsam
ve eğer toplamlarımdan geriye bir şey kalırsa
toplardamarlarımda hâlâ can varsa
ve hâlâ yakışıklıysam, kalanımı;
erkeksizlikten kudurmuş kadınların meme uçlarına yerleşip dernek kuran
ve tanrıların sivri olması gerektiğine inanan kabilelere bağışla.


Ama beni bağışla!
En azından arka camımda yazan yazı için;
"dikkat arabada çocuklar var!"
Bağışla!
Bu gece çok içtik!


Midem dedin.
Ben kanlı bir imparatorluğu kusup ayaklarına serdim.
Sadrazamlar gördün
Antlaşma, barut kokusu ve cepheler..
Gavur icadı diye linç edilmiş bir fikir gördün.
Ve özgürlüğe tutkun orospu cariyeler;
onlar vermeye hevesli hallerini
bacak aralarına alıp yollara döküldü.
Yollara biraz et
Yollara biraz kudret.
Yollara bol sulu biralar döküldü!

Ben bir mendil gibi oturup teri bekledim
sırtımı geceye dönüp deli gibi sustum.
Çünkü o otostopçu kadın, kendini astığı ağaçla beraber öldü!
ve O'nu geride bırakmış olmanın utancıyla
sana en gezgin yanımı kustum: Affet!


Bu gece çok içtik;
dört çeker yanımızla, şoför mahallinde bir tanrının oturduğu
mor bir Mercedes geçtik.
Mor perdeli yanan boş bir ev geçtik
bir gençlikten geçtik ışık hızıyla,
kendimizden geçtik!


Ben senin hayallerinden yeryüzüne açılan lisan-ı bozuk bir kapıydım.
Açıldım hâl bilmez, dümeni üflemeli uzaya doğru.

- Dıkşın!
- Dıkşın!

Ah olmadı, buda ıska.



Beni bağışla!
Bu gece çok öldük,
bari çocuklar kurtulsa. 

Düş İşleri Bakanı


Meleğin cennet manzaralı balkonundan düştü yüzüm
önünde buğusuyla mutlu aynaya.
Havaya.
Allah'a en yakın yere yuva taşıyan karıncanın kıskaçlarında soyunan mazbut orospu;
gözlerin, yırtılan kefene dikilmiş son şehir gibi kan sızdırıyor halâ.
Gözeneklerine doluyor intikam arzusu
ki, onlar birer muazzam kan çanağı!
Ve ben hâlâ terk edilmiş göllerde trajedi ile beslenen seyyah bir kamışım.
Şu yemek masasında Afrika'yı unutacak kadar tokuz.
tabağında bir parça ben kalmışım; komplo teori manyağı!
Güzel bacaklı garsona güzel günlerimi veriyorum bahşiş niyetine.
Elinde siyah duvaklı baladı.
Ne dersin, kalmış mıdır hâlâ hayatın benden alacağı?


Hoşça kal bebeğim.
Geçmişimi terk ediyorum.
Varoş bir mahallenin kepekli saç diplerine sinmiş sosyalist öğrenci evlerinde öğrendiklerimi
doktor kontrolünde unutmaya gidiyorum.

Kırmızı türbanlı kızın dışarıda kalan bir iki aç saç teline sıkı sıkıya teneffüs edip
iniyor fikre ruh.
Molotof kokteyli mi içmiştik, acımı sürmüştük diline.
Neydi o öyle:
Ne kadar illegal bağlantım varsa ucundan bir Pisagor çıkıyordu.
Hadi tükür üzerime.
Hadi tükür yeryüzüme.
Durma!
Durma bir dilek çaputu daha bağla mevsimsizliğime.


Hoşça kal bebeğim.
Ben geri dönüyorum ceninime.
Artık hiç bir çocuk altına evcilik kaçırmayacak.
Yazıldığı gibi oku alnımı
Yaşadığımız gibi sev hatıralarımı:
Bu nikah asasından kalkıp gidiyorum.
Vasiyet diye bir tek seni bırakıyorum gerimde.
Evet.
Evet seninle iki sersem başı bir yastığa kuyulayabilirdim
bu ruh "sağır ve dilsizdir" pankartı açılmasaydı eğer bir sevda mitinginde!

- acımıza çikolata çalan cadıya minnettarım
ama en çok Hansel'e
ev diye, kimsenin bilmediği uçurumlara ekmek ufalayan Hansl'e.-


Hoşça kal güzelim.
Hayat beni geçmiş, onu bulmaya gidiyorum.
Ben bu programın son reklamıydın reyting ateşi yüksek.
Yükselerek, yüksek ateşler içinde terleyerek uyumadan önce
acıma şu makinelere bağlı hayatıma! Lütfen çek fişi!
Şu içinde bulunduğumuz, belki bu sefer erkek olur umuduyla doğumuna izin verilen evren bil ki artık hadım edilmiş.
Üzerinden korkunç entrikalar geçmiş: Dişi!
Bil ki: Artık her acım yirmi küsur yaşında, unutulmaya hüküm giymiş bir kişi!


Ben ayrılırken yüzüme bak, yüzümde belir intihar ol.
Dalıp dalıp çıkamadığım gözyaşı dalgalarının üzerine borcu yoktur çizgisi çeker gibi,
çek kalın puntolu çizgileri aklıma.
Mutluluğu okumaya çalışmak ne gaflet Paryoşa
eğer yazılmamışsa alnına!


Ah güzelim
Ah en büyük derdim.
Seni göz göre göre
seni kalp bile bile terk ediyorum.
De ki: Bu adam ben hiç sevmemiş!


Ben senin ceset kokan ülkende
kalbini elçilik sanıp sığınan bir düş işleri bakanıydım.
Her intihar sonrasında
başına çuval geçirilmiş! 

Kalbimi Geri Verin


sıcak su taşıyan nehirler,
boynuna dolanırdı üşüyen kadınların.
zaten kadınların boynu,
kutupta bir buz kütlesi gibi.

gecenin balkonundan,
ağaçların intiharını izlerdik.
el ele uçuşan iki şizofren kelebek gibi.

sonra bir gün biri,
kalbimin kapısını şiddetle açıp,
dilinin altında gizlediği jiletle;
'bir arkadaşa bakıp, çıkacağım.' dedi. 

Eşiği Gül


bir ev istiyorum.
gül koysunlar eşiğine.
koşsun çocuklarımız cayır cayır, durmadan
bir yürekten,
bir başka yüreğe.

bir ev istiyorum
içinde korkunç kahkahalar atabileceğim
olsun bana eş.
içinde her şeyle
ama her şeyle,
örneğin maviyle,
örneğin yeşille doyunca hiç bıkmadan alay edebileceğim..
bir ev istiyorum;
deniz'e sıfır
orman'a sıfır
neco'ya beş. 

Çile'k


Adın, dedim. Çok karanlık bir oda. Çilek kokuyor. "Birşey olmaz" dedin. "Daha kış." Gözlerin dedim. "Uçurum onlar." dedin. Peki ya burnun niye böyle dedim. "Kokun" dedin. Ya kulakların? "Aşkın sağır etti beni" dedin. Kar yağıyordu. "Madem öyle, senin kalbin neden bu kadar büyük" dedin. Kar hiç durmuyordu...

"Ancak sığıyorsun" dedim. 

Sivas İsi


sevgili...


sevgili...


biz ki,
o gün söndüremedik ya,
yanan yüreklerimizi.
gayrı suyu bile çekmez oldu canımız,
bu utanç kuyusundan!

eğme başını!
kırma boynunu saza, söze.
dağlara doğru...
bir anka kuşu durur,
orada.
ateşin hemen yanında.

sevgili...


sevgili...


sivas, yanarak batan bir gemidir,
güzelim türkiye okyanusunda!

Erotikal Bitki Örtüsü ve Geceler


1. gece / zincir 


adın.

geçiyorum cevabın aklından
çok şık giyinimli bir soru gibi.
cinayet farzsa eğer bir katilin hayatında
ve mutluluk günahsa,
esamesi okunmaz bazı aşkların.




2. gece / guguk kuşu


bir tül giyinip usulca dokunuyor seni kuşlar.
kuşlara çok dokunuyor gözlerin.
ben hep yarı aç kalktım
yeni bir şehir gibi adına kurulan sofralardan.
bilmiyorsun, söz konusu öpüşünse eğer
afrika dan bile az doydum.
çocukken gözlerimi kuş sanardım aslında ben.
istediklerinde kaçabildikleri için.
sen gittin sonra.
nefret ettik ailece kuşlardan.
en az iki tanesi ölsün diye gözlerimi oydum.


3. gece / telaffuz

bir madistro ile rakı tokuşturdum
üst dudağına bir gül dikmesi karşılığında.

yoktu param.
umudum yoktu.

o gün bu gündür,
küs geziyor hâlâ dudaklarım suratımda.


4. gece / F emale 1 

ve bir ihanetin buluğ çağından geçtik çift sıra halinde.
el ele tutuştuk çiçeklerle.
renklerle birdir bir oynadık. hapşırdık.
seni çok özledik hep birlikte.

bu bir yarışsa eğer dedik.
biz hiç durmadan koşarız abi.
koştuk... koştuk...
ilk kadınların kalçaları buluştu
boktan heriflerin tuttuğu damalı bayraklarla. yuppi!
irili ufaklı göğüsleri sonra..

kadınların en çok gözlerini dövdüler be abi,
onlar yarışa erken veda etti.


5. gece / merhaba ben zanlın 

plak çizik.
bitki örtüsünün boyu yetmiyor
uzamış tırnaklarını kapatmaya zamanın.

nankör Edi,
bir iki erotik laf atıyor geçerken susam sokağımdan ellerin.
biz bağırdıkça şekilleniyor ibadetin yeryüzü.
yalan, birdenbire giriyor gerçeğin içine.
bozuluyor blue bekareti kalbin.


6. gece / one more cup of coffee 

bu filikada ne işimiz var?
damlarken hâlâ yaralarımızdan sancakları likralı gemiler.
gemi ki, annesi gökyüzü bembeyaz bir at
gemi, dudakları suratına bol gelen ıpıslak bir avrat.

plak çizik.
yeni bir tanrı emiyorum göğüslerinden.
dudaklarımla kurutuyorum göğsünü eriten kanseri.
ağırlaştıkça ölü şarkılar atıyorum denize.
katilinden balıklara sudan sebeple bir bob dylan konseri.

ama bizim bu filikada ne işimiz var?
ve neden bazı hırsızlar kalp diye girdikleri evlerde mandolin çalar.


7. gece / emir ipi 

tutkunun cenini,
gözlerinden dünyaya bakıyor.
oysa bir gül doğuracaktın sen.
öyle demişti kapısında bekleyen ağaca doktor.

ağaç kırgın.
doktorun gövdesine küfürle kazıyor sinirin anlamını.
sinir, sivriliğidir öfkenin.
hayata aykırılıktır.



ve bazı kadın isimleri,
bir tek ölü ağaçların gövdesine kazınmalıdır. 

Elinde Bir Manolya Var Gibi


elinde bir manolya var gibi
misafirini beklerken çatlayan dudakların.
müsaadenle unutuyorum şimdi bunları
ya da her şeyi.
adımlarımı hızlandırsam diyorum

- zamansız olur.

meteoroloji yarın yağmur var dedi, koşarak geldim desem

- amansız olur.

ama tuhaf bir peri kokuyorsun.
ipe çamaşır dizen teyzelerin
o iplerle kendilerini asmalarına benziyorsun öğlen vakitleri.
yani ölüm gibisin.
belki de birkaç antidepresan hapı.


ben hep şüpheli bir paket gibi bırakıldım kapına ah.
sen beni hiç görmedin.
başımda hep bir imha ekibi.
tek şahidim, cebimde
sana hediye etmek istediğim çok eski bir Pulp Fiction bileti.
bana kalırsa küçük bir çocuk uyumuş omuzlarında yıllar önce.
büyümüş.
günah olmuş.
bir kelebeğin serin havaları gördükten sonra,
kozasına çok fena yamuk yapması gibi.

şimdi sana doğru gerilirken zaman.
yol üzerinde öldürdüğü kadınların kalbini oyan bir caniye benziyorum ben de.
"yalnız olay mahallinde ikinci bir kalp bulundu" diyor telsizdeki tuhaf ses.
belki de zaman.
bu da benim işaretim olsun diyorum sana gitgide yaklaşırken.
yani kalbini olay yerinde bırakmak.
çünkü istese de, istemese de birkaç kere ölebiliyor insan.


rüya gibisin daha çok.
bir keresinde;

ellerimizi havaya kaldırmışız.
ve istedikleri gibi hiç kımıldamıyoruz.
gözlerin zaten mail. bana yeter.
gözlerin su katılmamış mektup.
peki bu kapalı kalp ameliyatlarındaki yağmur ne diyorum?
neden ıslanıyoruz?
ve neden aramızdaki iki adımlık mesafe bu kadar kuru?
hem bizim ölülerimizden başka neyimiz var?

istedikleri gibi, hiç kımıldamıyoruz.
sonra ne oluyorsa sen bana azıcık gülüyorsun.
bileğime sekiyor neşter.
beni vuruyorlar.

gerisini ölüydüm hatırlamıyorum.
gerisini çok aşıktım hatırlamıyorum.


ah ki ah..
ah şimdi kapındayım.
dudaklarım suratımda bir çöl gibi duruyor.
sana yakışmayan tüm cümleler dilimden uzak,
hepsinin sürati beş karış.
kapıyı açıyorsun.
ve artık senin dışında hiç kimse saçını çiçeklerle örmüyor. 

Renkler ki Pembeyaz


istanbul’u tak yakana,
ben seni tanırım.
inan,
kimse yüz çevirip bakmıyor bile,
çılgın kalabalıklar arasında eli usulca yüreğime değen
suratı öptükçe pembe,
boynu sevildikçe çınar kadına.

gel, tanı beni.
yüzüm sana aydınlık.
sonradan düşme üzerime gece.
otur aklıma.
kaşlarımın arasından sev beni
sonrada oradan vur bir gelincikle.
toprağın yanağına bir yaş gibi,
sertçe düşsün sırtımdaki cesetler,
eriyen kar gibi tabelasız hayatlarda şimdi ölüm
mazbut, sessiz bir o kadar gizlice.

ben ki, her seferinde hangi yumurtadan çıktığını şaşıran sürpriz.
bazen yan etkisi meçhul bir hap.
öylece yuttun beni.

al şimdi!!!
kanlı bir eylül sofrası oldu
midene lök diye oturan bu doğmamış çocuk.
patikler ör deliliğe
düdükler al,
tulumlar diktir pazarları ölü gibi kokan eminönü’ ye.
kız olursa adı Nar
erkek olursa adı Ar*
onun göbek bağına kanla kurulmuş teleferiğinde
cehennemi arzulayan bir adam
cenneti arzulayan bir kadın
henüz söylemediğim delikanlı sözler de var;

göz gibi
-ler gibi
-in gibi…

gözlerinden korkarım
gözlerinden çok korkarım bir gün herkes oradan düşüp ölecek diye.
istanbul’u giy aklına
ben seni tanırım.
bir hastalık gibi yayılırım yemyeşil kahırlarda
unutarak her şeyi.

uzun yağmurlar ıslandık.
çok uzun sevişmelerden arta kaldık.
redif;
adına mil çekilmiş yaralı bir askerim artık kollarında
kan damlıyor üniformamın söküklerinden
sarhoş, bir aşkın durmadan yenmiş tırnaklarına.
“gidin, burada bırakın beni”

batan sandalı su üzerinde biraz daha tutabilmek için
denize atılması gereken ilk ağırlığım, kafiye;
“atın, burada terk edin beni.”





Ar: Ateş

Beden Dili ve 3. Sınıf Edebiyatı


Bu hayat Sevda Film Stüdyolarında renklendirilmiştir.



"buz dağında eşkiyacılık oynayacak kadar ahmaksın sen.
Titanic'den hiç haraç kesilir mi oğlum."

deyip, gittin.
kar yağıyordu.
kar kendi göğüne geri düştü sonra.
melekler, buz dağında çiçek toplamaya giden çocukların
bazen renkli
bazen renksiz gözlerinde biriktirdi gidişini.
karnımı doyurdum gidişinle.
ne zaman boğazımda bir sevda kalsa,
yemin ederim bir tek ant içtim üzerine;
seni özlerken açlıkla terbiye ettiğim yanlarım,
sana aç yanlarım.
bunları yiyerek büyüyüp serpilecekti
sonraları kısmetlerine hayır diyecek o yıkım.


"ben kardan kadınla sevişmiyordum.
sadece ruj sürüyordum ona."

dedim.
dinlemedin.
kar yağıyordu.
kar bir volkanın ağzına düştü sonra.
anlamıyorsun;
serin bir cehennem vaadetmedim
ya da cennetin tapusunu sana.
ellerimi tuttuğunda,
yanık yürek kokusu altında bir sobaya sarılıyordum sanki.
oysa sen kestane kokusunu seviyordun.
bir kestane kabuğunu,
bir yaranın kabuğunu çatlatacak kadar yanmamış mıydım yoksa sana?


adın bir cenaze marşı gibi düşüyordu ağzımdan kulaklara.
adın, evden kaçmış bir kız çocuğu gibi düşüyordu ağzımdan kötü yollara.
uçurumlarına adını bağırıyor hala yamaçlarıma gömdüğün erkek cesetleri;
"lan kahpe!" 
küfrünü sığdıramıyor ölüler sağlar kadar 23lük şişelere.
ama nafile,
bir seri katilin gözlerinde tanımamış mıydım sanki ben seni?

- eğer, meleklerin tek intihar yerinin dudaklarım olduğunu düşünüyorsan hala
kalbim kırıldığında, kalbim çok çok kırıldığında
infaz edilmiş bir atın ismiyle çağır beni. -

Hatırla.
"kaç dağ istiyorsun kızımın peşini bırakmak için" demişti.
Şirin'in babası Ferhat'a.
"kazması elinden ameliyatla alınmış Ferhat'sın sen.
hiç kazma vurulur mu lan buz dağına?"

dedin.
kar yağıyordu.
kar Şirin'in bağrına düştü sonra.
yazık, hiçbir zaman öğrenemeyeceksin.
aramızdaki buz dağını parçaladı diye teşekküre gittiğimi ona.

teşekkür ederim Titanic, mutluluğum uğruna yolcularına kıydığın için.
teşekkür ederim sevgilim, beni sersefil terk ettiğin için. 

Nar İçi


şiir öyle yokuş,
öyle uçurum ki sevgili...
siyahi.
simsiyah bir gecenin aklından
kırmızıya,
kapkara düşüyordum...

tıp!


seni özlemeye tutundum. 

Vera


Senin çekirdeğin gecede kalmış Vera. Kabukların, terk edilmiş kasabaların ortasında rüzgarın taşak geçip bir o yan bir bu yana savurduğu kâkülü düşük çalılıkları andıran mermer döşemeli fosfor ellerimde. Son birkaç gecedir hangi lambayı koynuma almaya kalksam yeni bir savaş nakil edilmiş oluyor müfredata. Savaş suçlusu hiçbir tanrı keman çalmasını beceremeyebilir, buna kızmamalısın: İçimde pusmuş hayallerim canlı bomba olmakla tehdit ediyorlar beni: Tik tak Vera.

Lambalar... Belki ağzı tanrıya dönük lambaları isteyerek okşamadığım için, mutsuz sonla bitiyor tüm bu filmler. Esas kızı en çok figüranlar seviyor Vera. Ben de en çok sokak lambalarını seviyorum. Onlar Allah'a daha yakın diye mi böyle Vera?


Ben seni öperken intihar düşünme. Hayal kırıklıklarıyla karnını doyurmanı da istemiyorum senden. Bu artık bir sır değil: Tanrı katından atladığında kimse ölmüyor artık Vera. Çok içtiğinde... Çok, çok sen olduğunda cin çağırma seanslarına önden bir bilet al kendine Vera. Beni çağır. Beni, bir cinin büyük kahverengi gözlerinde unutulmasını istemediğin bir trajedi olarak gör ve hatırla. Beni bu sebepten çağır.

Bugün hâlâ hayattaysan ve hâlâ tırnaklarına oje diye İstanbul'u sürüyorsan, bu melek yağmuru dinmeyecek demektir Vera. Şehrin acıya çıkan kanallarından kurtulanlar, şişmiş güzel cesetlerini denize bağışlayacak. Ben onların atardamarlarında -kabin olsun olmasın- en ahmak tavrımı giyinip can arayacağım. Ölümün korkutucu çekiciliği karşısında soyunup, cevapsız dualara küfretmek ayıp şey değil Vera.

Nefesin çıkmaz sokaklarında çıkar hesaplarına kurban etmedik kendimizi bu bayram. Eğer bunu yaparsak üzerimizdeki çıplaklığımız kadar yakışmayacak bize Vera. Merak etme aramızdaki mesafenin kırgınlığını, kızgınlığını sahiplenir onları da nüfusuma geçiririm. Mutlu ol Vera!

Gökyüzünün koyu rengini gece sanıp, o yöne doğru yorganlarını üzerimden çeken tüm melekler gibi sen de suçsuzsun. Yıldırımların gücübir tek kanadına yetebilirdi; öyle oldu. Tebessümünü kurtardık: Bir tek bana gül şimdi Vera!

Tanrı katından atlayıp, ayaklarının altına serdiğim aklıma düşen, incinmiş haliyle de hala özlenmesi sevap bir melektin. İntiharın oldum. Çıkma oradan Vera... 

Sessiz Koza Akşamları


"taş kalpli"

"taş kalpli”

diye bağırdı su toprağa.

önünde yakışıklı uçurumlar.
bilek yeşilde bir tonun
elini tuttu kadın,
usulcana.
sarıldı.
sarıldı renkler bir nehrin kırık kollarına;
sessiz koza akşamları.
kadının gölgesinde soluklanan,
gitmekten beri uyumamış,
yorgun kentlere sarıldı.
o kentelerde söylenen oğul türküleri saplandı annelere.
en çok onlara; göl kenarları.


bağıra bağıra düştü sokağın kamburuna gökyüzü:
dağ,
dal,
kal…
duymadılar!
gövdemde soyundu ateş.
iki yana düştü gövdem: vahşi atlar.
sıcak çakıllarda yalın ayak, bir başına,
koştum,
koştum.
“ellerimizden vurmayın bizi” dedim, uzaklara.
"o kadar incinmişiz ki."
güneş gibi batıyordu tuz etimize.
susmuştum.
adına,
geceye.


biliyorsun, hiç bir kitabın arasına sığmayacaktı,
kokmayı dudaklarından öğrenen güller,
biliyorsun, silinmez dünya üzerinden,
içimi paramparça edercesine akan gri şelaleler.
içime serildi fırtına.


gittin
uzaklara.
ta uzaklara.
eylül, kaybettiği misketine ağlayan bir çocuk oldu dilimde.
suyun terini sildi kanayan anneler.
su,
su,
su...
koca bir taş bastı ılık yüreğine.

V.W Güncesinden'e Bir Cevap: Pelin Batu


12 Nisan 1563..............................: Kuşlar gözlerimden intiharı geçirdi. Sakat kaldım.

Ocak 1582...................................: Geceye yakışır diye erkenden gündüze hızma taktılar.

Mart 1591....................................: Babam anneme yeni bir yalnızlık aldı. Göğü babam sandım.

4 Eylül 1601.................................: Adımı unuttum, bir daha hatırlamama izin vermediler.

1605...........................................: Avrupalı sömürgeciler gözlerine ilk gemiyi çıkardı.

1 Mayıs 1617...............................: İşçilerin rüyalarına çıkan bir tünel buldum.

1623...........................................: Zeytini pencere sanıp, oradan uzaya bakardı.

1632...........................................: Ölmüyorlar diye arkadaşlarıma ağladım.

5-6 Temmuz................................: Yeni bir isim taktılar bana. Bunu sizi söyleyemem.

1641...........................................: Memleketten yağla beraber akraba gönderdiler.

11-20 Ağustos 1654.....................: Kuşlar, kuşlar uçurumlara türemiş.

4 Kasım 1660..............................: Şeytan aldı götürdü.

10 Şubat 1680.............................: Yüz yıl sonra bir kadınla yattım. Ertesinde soldu.

17 Ekim 1695..............................: Galata Kulesi.




Editörün Notu..............................: Çok sonra kuşa yeni adını söyledi. Kuşun kanatları büyüyüp Pelin oldu. 

Melek Kokan Sardunya


gidiyor toprağın flu bakışlarına terslenmiş yanım.
akıntının ay kısmına vuruyor sırayla,
çarşambadan, perşembeye üşüyen cesetler.
dişlerimin arasında, hâlâ kalp atışlarını saat tiktağı sandığım kadınların,
geceyle gündüz arasındaki bir yere sıkışmış gözlerinden
terk edilmiş avluma taşan renkler.

oysa essiz ve cesur bir rüzgarı arkana alıp,
kıpkırmızı sığınmıştın,
dişlerinin tenimde morarttığı o yeni ülkeye.
kusursuz şehirler düştü ceplerinden göğsüme,
bir tebeşir beyazlığıyla yanık yanaklarıma kusursuz ve estetik tokatlar.
siperdeki tek arkadaşım alnına dayıyor namluyu.
yalnız kalıyoruz,
ben ve savaştan çok, karanlıktan korkan atlar.
Ne bir kabus ne de bir pembe tirat şimdi
konserve kutusuyla kesmeye çalıştığım.
uyandım;
topu topu farklı yataklarda, aynı hayatlara uzanan ayaklar.


doğaya sızıyorum... aramızda hiç olmamış o yüzyıllık barajdan.
önce dudaklarına, sonra kadınlığına sığınmış mahçup bir su birikintisi oluyorum.
al beni şeytanın gözüne yaş niyetine sok.
al beni uçurumlara fırlat.
bir masal yap beni hiç bir dudağa yapışmamış...
ne yazık, benim sana bir kıyım bile yok.
bir ameliyat izi taşır gibi taşıyorum karanlığı suratımda.
gündüz, gece yarısına göç veriyor.
aklım cinnete.
elimde, melek kokan sardunya.


henüz birkaç aylık sevgililerin ayı parlak bir oyuncak sanması gibi
ahmak ahmak tırmanmaya çalışıyorum kalbin kayalıklarını.
tepemde,
başımın etini köpekleri kovalamak için kullanan bir aşk.
sarhoş bir tanrı, ölülerin süslediği daracık bir sokakta
üzerine geçirdiği siyah bir kaderin ardına gizlenmiş
seni kusuyor aydınlığın kirli taşlarına.
sarhoş oluyorum.
bir melek, arkasına bakmadan alalacele kaçıyor sonra bu şehirden.
ben, sessiz sedasız,
terk edilmiş bir cennet kokuyorum. 

Sevilesi Çocuk Öpülesi Eller



Uğur Kaymaz ve Fatma Koyupınar'ın anısına.






aklın teması ince.
derisi olmaz.

ve karanlık, ocağı tüten bir dam değildir.
penceresiz bir sığınaktır darp edilmiş coğrafyada.
savaştır!
tatbikattır!
en azından öyle hatırlanması gereken bir andır,
içi boşaltılmış çocuktan dağların, heybetli sırtlarında.

Kawa'nın namlusu Mart
kutlandığı gibi okunmaz.
eskeriye fırlatılmış bir ömür parçasıdır bu delal.
hedefte cisim,
amaçta hücre...
günahtır azrail;
namuslu dava oruç vakti vurulmaz.

kancıklığın ortasında bir karanfil gibi açar bayram
baba!
baba!
askere gönderme oğullarını:
güvercin namlunun ucuna konmaz!


bayramdır bu.
okunduğu gibi yazılmaz.
sanmayın sindik.
sanmayın o 13 kurşunun hesabı sorulmaz!

affet bizi Uğur, biz seni hiç koruyamadık.
çünkü biz, ölülerimizin törenlerine gitmeyi hep yeterli sandık.
mermi!
insanlığa saplı yaşamaz!
bayramdır.
alnımızda kırmızı kurdeleler halaya durur.
öp şimdi Fatma ablanın ellerinden Uğur.

karşılık bekleme:
toprak altında hiçbir çocuk berhudar olmaz! 

Yorum


gözünden fikrime düşüyor yine "Roxane",
o alımlı o tutkulu kadın.
oysa şehrin tüm yolları dün gece kapatıldı "Roxane".
bir anlam ifade etmiyordu artık yıldızlar, unuttun mu?
çölde bir vaha olmak için bizden gitmişti
o elektrik
o en küçük an... 

Pinokyo'nun Rapunzel Aşkı


tahta kalbine emanet şimdi her iyi dilek
yüreğin savaş meydanıymış
kimin umrunda.

bileklerindeki iplerle uyudun her gece
kafiyesiz bir şiirin ortasına düştün
alışılagelmiş savda masalı değildi bu
gözünden kıymıklar düştü
görmediler.

her yaramaz çocuk gülüşünde
ayakları altına aldı gövdeni, karanlığa anlatılan her dize.
oysa sen, o minik şapkandan hiç tavşan çıkaramayacaktın.
ekmek, tuz çalacaktın
oyun..
ama keman değil..

uslu değildin, eli baltalı zamanlara emanet edilecek kadar
burnunun dikine bir sevdaydı bu
her yanı köz kokan.


tüm baltaları ateşe verdiğin odunsu düşlerindeki
o haylaz mutluluğunla
al saçları üçe vurulmuş Rapunzel'i
ve kaç buralardan.


korkma Pinokyo,
bu masalda yalan yok.
her şey, mavi.. 


2007

Ölümün Şahdamarına İlk Hamle


Sonsuz kovalamacaların sonucundayız.
Elde; üçgen vücutlu bir sıfır,
tavanda ondalık bir yağmur
fikrimizde tipi..
Kare kökünde aşk saklayan çift kişilik bir günah kaldı.

Gözlerimin duvarını süsleyen,
hepsi acı çekmeye meyilli
hepsi mertebe sahibi;
gecenin ilk ışıklarına doğru hücum eden yarasa cemiyeti,
evet evet;
gözleri ameliyatla açılmış bir yarasa gibi, neyden kaçtığını bilmeden yaşayan
selülitli kadın portreleri kaldı.
Bedava ekmek söylentilerinin fakir mahalleye intikal etmesiyle;
onlar artık benimle aç, onlar benimle tok!

Tüm uzuvlarıma kutsal bir kitap edasıyla inerken şehvet
artık beni de sevmene gerek yok.


Sonsuz kovalamacaların sonucundayız.
Bana gitmek kaldı.
ve beni bırakmak için o yere;
sabaha karşı evimin önünden bir intihar
beni, tarifsiz bir istasyon özlemi aldı.
Aklımda çürümeye mahkum gri kafiyeler
aklımda;
yerle gök arasına sıkışmış,
ilk akıntıyla kendi sularına dönmeyi bekleyen
cennet yolcusu balığın,
cam tarafına kesilmiş, nemli bileti kaldı.


Unutma!
Ben giderken, sana bu coğrafyada kalmak yakışır.
Bundandır ki;
biraz can bıraktım
biraz kan.
Boş bavulun içinde yut diye sana yalanlar bıraktım..
Bir bardak okyanus bıraktım pembe masana;
yut onları hemen!
Yut!
Her gece fikrimden bir çıkmaza düşüyorsun.
Bari bu sefer,
dalı çürük bir dilek tut!



Sonsuz kovalamacaların sonucundayız;
tanrının kalanı olmasın diye yaşım,
onu tüm putlarla beraber yaktım.
Ben giderken sana kalmak yakışmaz diye
hafif bir ölüm..
Sana altında biraz su;
terkedilmiş bir köprü bıraktım. 

Linç ve Linç Ürünleri Enstitüsü


Bir sukut-u ezan ânı inerken kutsal kitaplar
ölmüştü bile
o çelimsiz o büyüttüğüm son peygamber.
Bense bu cesedi zamansızca, günah gibi kutsanmış
o etimde sakladım.


Alnının ortasına sessizlikten sıkılmış bir kurşun gibi ilerlerken dudaklarım
tüm olay mahalleri ve orada yaşanan her şey
şizofren bir ruhun kendiyle olan diyaloglarındaydı.
Zaman hiç gelmeyecek olan vapurun
kötü bir ruh gibi ozan tabakasını delen
kötü bir kadın gibi cazı delen
o cansız,
o simsiyah dumanındaydı.

Griye bulanmış o senfonik o yaşlı ağıtta
Melek ne lezzetli ne kutsal ne de ummandı.


Özgürlük deyip köpek gibi ağlarken o eylem gecesi
kurtuluş; medeniyetten kaçan kaçık büyücülerin,
zihnimize yerleşip oluşturduğu
yepyeni bir ırktaydı.



Sen rakı masasında tüm organlarını metil alkole bağışlayıp
sevap işlemiş olmanın saadetiyle ufka bakarken
asıl sevap ameliyat masasında yatan toprağa son neşteri vuran doktorun
zihninde, kendini ufka doğru asmış, sallanmaktaydı.
Bir sedye üzerinde odasına çıkarılan:
biraz deniz
biraz serzeniş
çiftleşmek için bir köprüye ihtiyaç duyan sargılı, iki kıtaydı.


İyi niyeti bu halde getirense dostlarım;
ruhu hararet yapınca yolda mahsur kalan ayva göbekli bir acıydı.
O'nu fikrimize bağlayıp en yakın mutluluğa doğru çektik.
Hatırlarsınız; o ân, o peygamberin cesedi hâlâ bagajımızdaydı.
Allah'ın ilk emri gibi inerken "öl" kelimesi,
mutluluk; sırtını en sosyalist ayete dayayıp ağlayan çocuğu
susturmak için uzatılan mavi bir balondaydı.

Mevsim Ağustos
ve şimdi bir yılan edasıyla kendimi uçurumlara sürtüp
sessizce mertebe değiştirirken,
anamın beni güneşten önce doğuramaması
kaderde meydana gelen teknik olduğu kadar küçük bir aksaklıktı.
Oysa alnıma kazılı kaderim, ilgili bakanlıkça koruma altına alınacak ve
yüzyıl sonra beni ziyarete gelecek olan peygamber sevgililerimin,
beni anlayabilmeleri için yazılmış
harikulade bir yazıttı.


Bu son kadehi geçmiş yüzyılın üzerine devirmeden önce bile
evden kaçamadığı için üzülen çocuklarla beraber,
henüz beni düşürmeyi başaramamış anamın rahminde
ceset akıtan göbek bağıma sarılıp bir yetişkin gibi dört nala ağladım.
Ardından sırtımı inancıma dönüp,
bu boşlukta ceset ceset melek izmaritleri topladım.

Belki de, tüm olay mahalleri ve orada yaşanan her şey
beynimin ortasında sevişen dinozorlar kadar büyük, onlar kadar korkunç
bir şakaydı.
Ama keskin bir yazı vardı
çok keskin bir yazı alnımın ortasına kazılı:

Zavallı peygamberler!
İndirin tüm ellerinizi.
Çünkü tanrının indirecek tek bir kitabı bile kalmadı.




Son vapur terk ederken bu boşluğu
kaybettiğimiz o kitaplar o melekler..
Bana temas eden buydu.
Mekansız bir berduş gibi yüreklerimizde dolaşan Eros,
aştan sonra,
ayrılığı buldu. 

Şiirinler



kırmızı bir yosunun dudaklarında öptüm adını
ilkin.
sonra sen bu şehri terk ettin
bense bir denizi.
artık meyve vermeyen kurumuş laflar döküldü zaman çatlağından mükafât üzerine.
ben, seni hep içime attım.
seninle birlikte sızladı külhaniliğime vurduğun ket.
sonra,
adın,
dedim.
çok sonra,
adın,
Gurbet.


elbette bir Mayıs tufanı olmalıdır,
kısaltan aradaki mesafeyi.
şehirlerarası yolları üzerime süren,
şahrem şahrem bir yalnızlığın şadırvanından içtim adını:
ölüm, aynısı.
aklımın koridorlarındaki sessizliği terkedilmişlik sanan bir çift sevgilinin
öpüşmelerinden geriye kalan bir Temmuz patırtısı.
hassasiyetin ruhu rahatsız eden ruh yoksunu şaibeli sesi.
ve odanın bir köşesinde
"bir bardak Leyla" diye diye büyüyen Mecnun'un denize olan kin dolu sevdası...
bunların hepsi, beklenmeye zorlanmış birer hayat sahnesi.


ben şimdi kalbinin merkezine en yakın,
bedenine en uzak şehirdeyim.
altı ay kar var yasımın üzerinde.
kimsesizim.
eski bir radyo gibi bir tek seni çekiyorum.

için patikalarında araba bekleyen ahmak iki otostopçunun topuklarında,
özleme vurgun, iki flu nasır gibi kaldık.
bir hayatı dönerken bilerek çarptığım adın gün gelir,
konar diye dilime,
ağzım, adın için Haziran
adın için Aralık.


dünyanın suratında unutulmuş iki tokat iziydik.
kırmızı bir yosunun dudaklarında öptüm adını
ilkin.
sonra sen bu şehri terk ettin
bense bir denizi.
aşk dedik.
aşk, her insanda biraz hastalık,
biraz kalp büyümesi. 

Zozan


"ama ben seni aşkla"
diye biten bir bakışmanın ardından
başlayan mor yağmur;

kırıldı tepemde bulut!

unutulur.
önceleri geçilmiş bir yol gibi hayat
gecenin aklına düşen kızgın nal sesleri.
birbir ölen içimde,
ekmeksiz, tuzsuz
prangalı köleler; seda.
sen, ben ve diğerleri.

bir su oldum nadasına,
gül yüzüne bahçevan...


sesimde kuş cesetleri. 

20 Mayıs 2012 Pazar

Soluk Denizli İnsanlar





'Sadece kötülerin nefret dolu sözleri ve hareketleri için değil, iyilerin dehşet verici sessizliğinden ötürü de bu nesil pişmanlık duymalı.' 

Martin Luther King







Güler Zere' ye





son leyleğin yorgun gagasından düştü
pencere önüne fuzuli bir Türkiye.
dağa döndü yüzünü güneş.
ay düştü omuzlarına, Ağrıdan.
insanlık, “pas” deyip çekiliyor bu gece
tüm insanların içine kurulmuş kumar masalarından.


Türkiye, kapımda terkedilmiş sersefil bir ülke.
öğren:
sıcak bir battaniye paylaşmak istemiyorum artık sosyalizm seninle.
türkiye, adın silik,
fotoğrafımız çıkıyor suç ve suçluya yataklık etmiş koynundan.

annem, "oğlum etme" diyor.
"kıyarlar sana."
"ben birşey yapmadım anne" diyorum
"insan olmak dışında."


devlet yarı açık bir zından anne,
"hayata dönüş operasyonu" adı altında yıkılmalı!
söküp alacağız onurun adını kan dolu bu avludan.
çünkü ismini öğrendi tüm kuşlar bugün.
şuh meleklerle cennetin bakışları arasına sıkışmış
küçük bir hücrede aort damarı kesilen kadının
kan dolu ağzından .:

Güler!


kırılır toprak altında kemik.
ayakta duramayacak kadar unutulmuştur
tene sürgün o müzik.
birgün kızlarımız, senin adınla büyürler.

Türkiye,
al faili meçhullerinle mutlu bir ömür sür.
bir yastıkta karı - koca!
al paşalarınla paşa paşa yaşa.
acıma biz teröristlerine.
çünkü sırası gelince biz acımayacağız sana, ona, diğerlerine!
üzerinde beyaz bir gelinlik gibi duran karın,
soğuğun içinde uslu bir ülke ol.
ve alış.
sürekli cinayet katıyorlar sütüne.



güzelim.
türkiye...
şimdi dilimin neresini ısırsam ki
Güler gülse.
çıkamadığı özgürlük avlusunda
Ahmet Kaya şarkılarını bağıra bağıra söylerken
avcu kan dolu öküsürmese;

"sana yalan söyleyemem, darılırsın yavrucağım
abin birgün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım."


savun!
şiirimi kuşandım ben Türkiye

bu Güler Zere için:

kin!

Bu Uğur Kaymaz için:

intikam!

bu da ötekilerimiz için:

nefret!




yeter!!!
demektir bu.
masummuş gibi bakma artık Güler' in gözlerine!

o, her öksürdüğünde
o ışığa her bakışında
onur, bir güvercin olup konar ellerine.
o, suratına kayıp bir ülke manzarası çizdiğinde,
ceset görmekten bıkmış bir komutanın
apoletlerini omzundan söküp atması gibi,
söküp atıyorum seni göğsümden Türkiye. 



(bu şiir yazıldığında Güler Zere hayattaydı)

sa t ı l ı k 8 6 m o d e l h a y a t






2009 yılının 21 Temmuz'una.


karanlık bir palto var bu gece ışığa giydirilmiş.
ellerim uzuyor ceplerine,
hep bir yapraksız sarmaşıkla gizlemeye çalıştığım ellerim.

bırak!
geceyi silahlı kadınlar vursun!
bir kalple eşdeğer
kırılırsa eğer bir göl kenarı gibi ayağı!
ellerimi vursun sonra o kadınlar.
ellerim...
sıyırıp kendini, kendini bilmez kara parçalarından
bağımsızlığını ilan ediyor, tersleyerek gözüne kan kaçmış toprağı.
üzerimde, galibiyet marşları okuduğu sırada,
git gide azalan bir amigonun gölgesinden
dehlize düşen eğlenceli şapkalar.
üzerimde çığlıklarıyla bahtiyar çıplak pembeyaz bir kadın.
üzerimde fosfor yeşili eski bir ceketin kirle girdiği kavgada geriye kalan son saatleri.
son saatin o en son dakikası
en son dakikanın son saniyesi
son saniyenin…
birşeyleri kazanırken, keybedilmişlerin duyulmayan acı sesi.

anla!
uyanıkken bile yatağından çıkmayan bir ırmak gibi sevmiştim seni!



şimdi, o siyah paltonun ceplerinden gökyüzüne havalanan yarasanın dilinde
birbirini ilk kez çıplak gören iki küfür gibi utangaç,
yeniden tutunuyorum pişmanlığa.
su, peygamber olmayı bekliyor henüz kutusundan çıkarılmamış
henüz bir aşka halvet olmamış mağralarda.
unutuyor tanrı bizi orada.
karanlığın cehennem gibi korkuttuğu ovaları.
unutuyor efkarı,
sürekli altını ıslatan bir çocuk gibi yeniden yatak altına gizlendiği anlarda...

ölüm, herkesin ortak, tek ayrılık şiiridir.
artık…
anla!


siyah paltonun tekrar tekrar yıkanmaktan yıpranmış
soluk benizli insanların sureti düşmüş yakasından aşağı bırakıyorum kendimi.
bir tek düşerken hatırlayacağım sözlerin işkencesinden geçiriyorum kendimi:

ihbar edilmiş bir yalnızlığın gerisinde kalanlar
baskın yemiş bir elin, esrar kokan parmak uçları gibi hayata yabancılar.



bir jilet kesiği gibi ansızın açılıyor uzaklar..
uzuyor…
yapraksız bir sarmaşıkla gizlemeye çalıştığım ellerim.
ellerim, komutanı tarafından savaşın ortasında terk edilmiş bir ihanet ordusu.
idam mahkumu bir kadının sessizce giyotine fısıldadığı son arzusu
sana düşürüyor annem beni.
sana düşürüyor beni,
üzerime sinmiş tahta mandal ve biraz balkon kokusu.

ah!
şimdi;
kuş sesleri
kuş sesleri…


ne olur!
anla!
taze bir ölünün suratında açık kalmış, bir çift göz gibi sevmiştim seni! 

Dil Kaybı


o gece,
dilinden denize dökülen kalabalığın,
en yalnız kelimesiydi, velûr.

olmamanın, yetmemenin ve evet
sana gelememenin gürbüz sancısı.
kötü bir şarkının kulak arkana kondurduğu sıcak bir nefes gibi,
nehir kıyısının lilayı delip geçen vaveylâsı.

çoğal şimdi!

Hölderlin' in, otuz yedi yılını tek başına
bir kulede geçirmesine sebep olan gümüşî aklı gibi,
birik, ak deliliğe.
çünkü sayrılı yarınların kucağına sığdıramıyorsun tek tek,
vücudunun sokaklarını aydınlatan yıldızları.
duyarsın.
hikayeler, bir gün onlar da ellerini kana bular.
önce odalar,
sonra bir bir söner karşı cinsin ışıkları.


afazi, geçmişin uzun yol kokusu;
masumiyet üzerinde netameli bir vals.
masumiyet üzerine salvo; biraz şaşır!
her su kavuşamayabilir denizine.
ama her deniz, ölü balıklarını içinde taşır. 

Se-ni Se-vi


sana "seni seviyorum" demedim diye kızma bana.
ben onlar gibi sevmiyorum.
bu aşk kimsenin bilmediği yeni bir dil
ve ben bunu sadece heceliyorum. 

Sombahar


duygu ile düşünce arasındaki ayrışma;
üzerinde kırmızı bir karlık ile şehir.
köşede yoksullaşmaya
köşesinde yoksunlaşmaya kafa tutan nar gibi evler.
bir fıskiye altında ıslanıyor bulut.
ıslanıyor avucunun orta yerinde bir dağa,
renkler ve meyveler.

düşün.
adına eğildim.
bir söğüdün gölgesi gibiydi gülüşün.
ve gökyüzü,
dudaklarına kondurduğum küçük,
mavi bir öpücüktü sevgilim. 

Deliler Kanatlarından Vurulur Amelié


Çatlamış dudaklarına dokunarak başlıyorum yine her duaya,
ne zaman aralarından sızıp düş dolu bir geceye düşmek istediysem de
ya adabı bozluluyordu kızıl gecenin
ya da meleğin göğsündeki iri tümör
göç yollarını gösteriyordu tanrıya.

Ki biz daha Babil'in asma bahçelerine dalıp ham düşler, tarifsiz aşklar toplayacaktık.
Kim kovdu açlığına konan serçeyi?
Şimdi "iyi çocuktu" denerek anılmaya devam ediyor,
Babil’in aklındaki son yeniçeri.
Meleğin göğsündeki kutsal tümör
terkedilmiş şatomun penceresinden sonsuza sarkan Rapunzel'in huzuru için uygun görüyor
kudretiyle yakan, beyaz atlı bir mermeri.

Ben dün gece o yük vagonuna tüm sırlarımı icra edip
kendinden başka hiçbir çocuğu güldüremeyen palyaçonun gamzelerinde
hâlâ canlı bir yanlarını aradım.
Hâlâ gülebiliyorduk, ne güzel!
Ben dün gece o yük vagonunda
son sevgilime mektuplar yazdım;

"Bindiğin minibüste otomatik kapı çalışırken sakın basamakta durup beni düşünmeye kalkma. O kapı kutsal bir cin giyinip seni çarpmadan önce; birikmiş ev kiraları ve bir kaç birikmiş faturayı son meleğe kilitlemiş olmanın sevinciyle, çoktan pılımı pırtımı toplayıp, düşüncenden çok daha fiyakalı bir dişi düşünceye taşınmış olacağım."


Meleğin göğsünde kutsal tümör
ve ona saplı bir yeniçeri süngüsü.
Şimdi beni iyi dinleyin abiler, ablalar;
devrik bir cümlenin içinde aranan çatısız filler gibi koyu bir tezata gebe bu özne olma güdüsü.
Bu ünlem
Bu, bahar.


En yakın hastanenin çok uzağında doğurmasaydı eğer beni annem inanın,
kendi yarıklarıma özlemden tampon yapmasını öğrenir
sırlarımı bilet niyetine anlatmazdım o vagona.
Benim ceseti güzel sevgilim
ben aslında mezarının başında okuyabileceğim yeni bir dua öğretsinler diye yattım o kadınlarla.
Şimdi toprağına sığınıp hepsinden özür dilerim.


Meleğin göğsünden Allah'a yükselen kutsal tümör
ahbab kılacak yine bu gece koca şehri sancılarla.

...

"Unut O'nu evlat" diye yazdı reçeteme doktor:
Sabah,öğlen,akşam; aşk karınla. 

Melek Okumaları: Ağlayarock İlahi


Yara kabuk tutunca ona taş denir her dinde.








taşın iç acıları gibiyiz seninle
daima bir hesapta açık
daima "öteki"nin toplamını veriyoruz duaya
tüm aldıklarımıza karşılık.
bir yanımız nedensiz hep kum
çocuklar fırlatıp bizi,
su üzerindeki ruh birikintilerine, bununla yetinmeyip
masala yakın korkunç kahkahalar atarken
isteksiz, bir sonraki yüzyıla sekiyoruz.
yağmur oluyor melek
biz o yağmurun rahminde zakkum.


yamalı bir sandalı günaha taşıyor sonra melek

- Tanrım!
Duyuyor musun bizi tanrım?
Batmak üzereyiz. Giderek ayrılık alıyor sandalımız.

Tanrım!
Tanrım!
Her yanımız zehir zukkum
acil toplu intihar izni istiyoruz.


her sıcak hava dalgasında bir iğne gibi
giderek daha fazla batan
bir neşter gibi eti her kesişinde
biraz daha acıtan;

arabesk bir senfoninin ortasında ille de rock diyen iki nota gibi
çekiyoruz üzerimizdeki fünyeleri.
ölürken bile aklımızda rock.
biliyorum;
bu topraklarda çok daha sert bir ölüm istemek ayıp şey
yoksa bir dua değil miydi dudaklarımda ki;

feel it!

ah güzel tanrım
kocaman bir getto saklıyorum denizimde
ve kendi alkollü sularıma çekiliyorum, yanımda mayışık bir telaş
tüm balıklar melek olmak için zehri bekliyor bu gece
günah benden gitti
artık sende git!

gözüme saat farkı kaçtı?
onlar kan değil
gözüme bir tek "zaman doluyor"
yüzüm kendi toprağında bir esir gibi
anasız - babasız kalmış bir utanç saklıyor yanaklarında.
ve bir cümlesiyle yeniden batırıyor o sandalı tanrının derin sularına
kendini bilmez gri dilim
bana bıraktığın taştan, kumdan, acıdan
sadece;
üç oda bir yalnızlık
müstakil bir şaka yapabildim sevgilim.
affet!

şimdi;
çok lezzetli vebalarla ahbap olmak için
iniyorum gecenin terkinden
şiddetle bandırıyorum ekmeğimi kana.
çünkü bu ilahide,
bir yamyamın vejeteryanlığı kabul etmesi kadar günahsın bana.